31 Aralık 2007 Pazartesi

2008

HOŞ GELDİ SEFA GETİRDİ.

:)))

HERŞEY GÖNLÜMÜZCE OLACAK İNŞAALLAH

GÖL



Çıkardı üzerinde biriken hayatı
Giyindi gecenin yıldızlarını
Ay teninde şavkıdı
Yıldızlar kondu gözlerine
Terk eden bir sevgili gibi
Utanıp kaçtı güneş
Rüzgâr teninde dolaştı
Göl’ün gönlüne doldu karanlıkta
Yosunlar çıplak tenine
Perdedar oldu

Saklandı kurtla kuş
Utandılar masum bir gecede
Usandılar soyunamadıklarından
Kirlerinin kinini kustular
Toprak öfkesine yenilerek
Sarsıldı
Kör bir âşık yeniden yumdu kalbini
Kilitlendi ayakları
Karanlığın sesi çığlık gibi duyuldu

Göl gönlüne girene yar oldu
Yalansız duru halinde bir su
Son kez uyuttu
Kuruyan hayallerin kışlıklarını
Kaldırdı tel dolaplarına
Uyandırdı dolap beygirlerini
Döndürdü yeniden dünyayı
Gıcırtısında yola koyuldu

30 Aralık 2007 Pazar

GELEN YIL'A


Bir yılın defterini daha dürüyorum bu gece
Topladığım tüm yıldızların kafesini açıyorum
Uçsunlar sonsuzlara yeniden
Dökülsünler benden azade gecelere
Toplasınlar keder avcıları gök kubbeden
Mısralara düşürsünler gülüşlerini
Benden sonraki cümleler de aşka düşsün
Sevenler bilsinler kıymet ablanın değerini
Sevilenler çıkarsınlar damaklarında kalan tadı
Kusurunu bile sevsin sevinsin kadının kızı

Bir sene daha tükeniyor ömrümden
Bu ayak beni götürür artık diyen babam
Bekleyip gülümsesin hudut kapımdan
Damgalı mühürlü bir pasaportum olsun
En kırmızısından
Hep söylediğim gibi on lira pahalı olsa da
Kara gözleriyle kırpsın gözünü maça kızı

Bir yılın daha hükmü gelip geçsin
Eskileri getirip koyduğu gözümün önünde
Gönlümü kıranlara helalliğim duyulsun
Sözüm sussun, üflemeyi öğrenemediğim ney’im varsa
Arkamdan versin dualı nefesini
Yine “la” diyeyim bilen okusun fatiha

Bir yıl daha eskiyeyim bakalım
Gelen yılın ne getireceği malumum
Zira her şerrin sonunu bile hayır diye bilirim
Görene görmeyene selam olsun
Gözümde yaş yok bilinsin
Gülün be canımın içi
Gülün ki veren kıymetini bildiğinize sevinsin…

DEDİKODU


Usul usul gidebildi çalan kapıya
Gelen uzun yoldan gelmişti
İki kat alt komşusu
Beyaz tülbentli yaşlı arkadaşı
Aman da aman diyerek başladı
İyi ki geldinli bir muhabbet
Önce çayı ocağa koydu
Titreyen elleri
Biraz da kek poğaça
Ne güzel olmuş komşum
Tarifini verir misin
Doksan yıla ek
Bir tarif daha gerek

Oturdukları yerden sündürdüler
Zararsızca torunu torbayı
Çekiştirdiler gelinlerle damatları
Biri sordu ki damadı pek iyiymiş
Kahvaltıyı yatağa getirirmiş
Ya peki gelin
Ah be canımın içi kardeşim
Onu hiç sorma oğluma bakmıyor
Sabahları kahvaltıda sütünü ısıtmıyor…
GİTMELİYİM ANNE

Ufacık ilçenin orta yerinde
Kalakaldığında yalnız başına
Tükenen tüm güzlerin
Gözlerinden düştüğüne inançla
Gülüştü hayalindeki hatıralarında
Gitti dedi. Gitti ve bitti...
Yol da aşk ta kurulan tuzakta
Tükendi sessiz ve aldırmadan
Yılların tüm yükünün ardından
Düğün dernek kurdu beyaz saçlı adam
Dağ başında bulduğu o evin öyküsü
Daha ilk gençlik yıllarında
Düşmüştü dudaklarına
Dualarında sarıldığı ümidin tadıyla
Ve dahi bunca yıla sabrıyla
Kavuştuğu dağın ağaç kokularında
Çilekler doyuruyordu gönlünü
Tutunduğu kalem umarsız
Anlatıyordu uğurladığı acılarını
Anam dedi, ya babam
Beklemeyin beni daha uzun zaman
Bu ayağımın altında ki toprak
Ayakaltı etmeyecek daha
Geleceğim ama vakti var
Bu güzü sevdim bu dağda
Saati sakladım düşecek son yaprağa
Bekleyin biraz daha

Uzanırım nasılsa yanınıza
Alın aranıza uyutun yine beni
Sen anam, okşa bebek seslerimi
Babam alsın kucağına
Isıtın ruhumu ısınmayan dünyamda
Sarılın, yanınıza varınca oğlunuza
O zamana kadar çağırmayın
Yaşanacak kocaman bir hayat var
Bir yar bekliyor mısram da
Anlatılmak ve ağlatılmak için ayazda
Isıtacak tüm seslerim yalnızlığında
Duymalı beni, hayatı anlam bulmalı…
Bu kışa beni beklemeyin
Bu ayazda bir kadın
Çağırıyor gözlerindeki yağmurda
Gitmeliyim anne kalemime
Yazmalıyım kayıp bir ümidi
Yorgun parmaklarımla…

ÖMÜRE

Çevirdiği tüm numaralar cevapsız
Bir devir ki beklenen tüm sesler
Yerinde bulunamıyor
Çalan telefonlar suskunluğa açılıyor
Yok olunca yok oluyor
Yalnızlık kara bir nikâh kıyıyor
Kırıyor kalbini güzel kadının
Gözlerindeki ışıklar rotasını çeviriyor
Hüzünlü sabahlara yumuluyor
Yumrukları savruluyor rıhtımlarında
Sağanak başlıyor yastığında
Karanlık yatağında kirli bir kedere sarılıyor
El değmemiş sevinişleri biriktiriyor
Beklenen bir bilinmezin sonuna
Haykırıyor inadından yokluğuna
Bir güzel kadın her yalnız kadehte
Rüzgâra meydan okuyor öfkesiyle
Nimete sayıyor kendine söylemediği yalanları
Ve işittiği tüm yalanlar bekliyor
Kapalı tuttuğu penceresinde
Kinini kusuyor kaleminin ucundan
Şiir oluyor her mısrasında
Parmakları gecenin üçüne
Bırakıyor çılgın seslerini

Bir Yusuf yüzlüyü özlediğini bile bile
Bilinmezlikten gelip bilmezliğe uğurluyor
Bir Ömür daha doğmadan bu gece
Kefenine bürünüp toprağına gömülüyor…

28 Aralık 2007 Cuma

UZAKTAN

Sen ve o elinden tutup yürüttüğün
Siyah lüle saçlı kız çocuğu
Aynısınız elbette
Biri sevildiğim çocukluğum
Diğeri elimle kaybettiğim geleceğim
Fark etmiyorsunuz bile
Uzaktan sevdiğimi

Esen rüzgâr bana getiriyor sizi
Kapatıyorum dünyaya gözümü
Alıyorum koynuma ana kız kokunuzu
Anamın elleri gibi kokuyor
Yürürken munis gülüşleriniz
Görmüyorsunuz izlediğimi

Bin kalemim olsa bile yanarım yine
Senli hayata kırdığım o kalemi
Özlerim sensizliğimde
Şimdi yanınız boş kalıyor
Gözlerimdeki resminizde
Unutuyorsun beni

Hangi ayaz vursa kâr etmez artık
Kaybettiğim yegâne elimsin
Ve elini tuttuğun kızın gibi
Güzelsin hem de çok
Ve sen hala çocukluğunda sevdiğin
O oyuncak bebeksin

Güzel gözlü bir kadın yürüyor
Caddenin öbür yakasında
Arada görüyorum
Lüleli saçlı kızının bakışlarında
Affetmiyor
Bilmiyor onu çok özlediğimi…
ADI BAHARDI


Adı bahardı
Bir şen zamanı bir de ihtiyarlığı
Alır koynunda saklardı
Yakalardı rüzgarları
Öperdi yağmurun damlaları
Hangi toprağa konsa
Yaşardı yaşatırdı

Bir yüzü aşk kokarken
Diğeri ayrılıklar saklardı
Kurtulanlar sımsıkı sarılırlardı
Kuru ayaza teslim soğuklarda
Uzak bir bacanın dumanıyla
Isınır yanarlardı

Bahardı adı
Denizciler ihtiyarlığını
Çiftçiler gençliğini severdi
Sokak kedileri için
Hangisi olduğu hiç fark etmezdi
Ve köpekler aldırmazdı
Saçak altlarında
Kirli tüylerinin altında
Yaşarlardı

Kadınlar vardı
Şen zamanları gibi güleç
Ve erkekler ağlardı
Her bahar
Bırakırlardı tel tel yaşlarını
Yalvarırken Tanrı’ya
Bahar artık çok geç

BOĞAZ'DA

Boğaza bakan eski yalıların
Görmüş geçirmiş adamı
Çocukluğunun kara dut ağacı
Gözlerinin karasına vurmuş
Batık ilk gençlik yıllarının
Dalgalı saçlı sevdasında unutulmuş

Boğaza bakan eski yalıların arasında
Yüzün koynu düşen şen hatıralar
Çatılan kaşlarının arasında
Vurulduğu yerde yığılmış
Avuçlarında tutam tutam keşke’ler
Yalnızlığı yaşlılığına kurulmuş

Boğazın bu yakasında
Görmüş geçirmiş bir adam
Eyüp sultanın bahçesinin bir yerinde
Hazır saltanat sancağını kurup
Çocukluğunun lastik toplarını
Tekmeleyip unutmuş

27 Aralık 2007 Perşembe

YALNIZ ADAM

Bir adam yürüyor şu sahil tarafında
Elleri cebinde yerler ıslak
Sağ ayağı sürüyor biraz sanki
Omuzları çökük
Siyah parkasıyla bir adam
Denizin yanıbaşında martılara dost
Yalnız bir sahilin üşüyen kaldırımlarında
Yürüyor sabah ayazında

Bir kadın pencere kenarından
Açmadan eski tül perdelerini
Seyir defteri tutuyor gelip gidene
Olmayan hayatlar uyduruyor
Ayağını sürüyen adamı her sabah
Bu sahili severken görüyor
Ağır gelmiş yaşamak
Belki de yalnız kalmış diyerek
Pervaza konan martının
Gözündeki yağmur damlasını çalıyor
Gülüyor kendine kimsesiz odasında

TAKSİM

Bir tramvay geçiyor yanımdan
Çıngırağı bağırıyor açılın açılın
Çıkmayın hayatın önüne yalın kılıç
Canınızı seviyorsanız kaçılın

Rüzgar güllerinde açıyor som bahar
Dönüyorlar fırfır
Düşüyor eylül yorgunu yapraklar
Sevgililer vedalaşıyor ağır ağır

Bisikletlerin alı beyazına karışıyor
Çocuklar şen, gülüşleri her dem taze
İstanbul bir başka çocuk büyütüyor
Evlerini düşe sarıyor erken saatte

Taksim civarlarında bir ara sokak
Manda batmazın kahve hanesinde
Köpüğün altındaki kahveyi ararım
Bulamam kararan ak porselende

DUMAN

Biliyorum bir kelebek
kanadından düşen her benekle
gönlüme değecek sessizliğin
ben, sen olmadan, sende son bulmadan
bu vapur şehre yol almaz
unutur kaptanı gidiyorum kampanasını

güldüğümüz genç oyunların
hasretlerini yük ettiğimiz yıllar
değilse nasıl çekilirdi dağa vurulan yollar
bir çatışmada düşmeden ayakta kalan sen
sessizce uykuları bölen ağlamalarımda ben
ve senli kuru yazgının suyuna razı ten
ayaza meraklı bir bahçeye götür beni
bir kuyu kaz gönüllü
önce uyut…
sonra unuttur...
sensiz özlediğim ömrüm'ü

bir kurt uluması çınlasın dağda
bir ayaz ki son bulsun avuçlarında
ayaklarım sana yürüsün
kollarım açılsın varlığına
boğulsun nefesim
boynunun koyu yalnızlığında

yol sen ol, yolculuk sana olsun
tüm trenler Bileciğin soğuğunda dursun
uzun uzun bekleyeyim kara bir kediyi
özleyeyim gözlerindeki yıldızları sevmeyi
geldim diyeyim, bekliyordum desin
Bileciğin dumanlı havasında
biriken hasretim silinsin

26 Aralık 2007 Çarşamba

Eskisi Gibi Olmayacak...


Sıcacıktı bakışlarındaki gülüş
Haram ettiğin bir öpüş
Gözlerimin ferinde
Sönen her kamp ateşi düşünde
Yola yorulmazdı anlamıyor musun
Zaman yolla ilgili değildi
Kastı vardı kastıma
Yazmak boyun borcumdu
Yaza yazmak, güze yazmak
Kışa yazmak zemheride
Her mevsimde sen vardın
Yokluğunda yaşayıp duran

Bir saksı anlattığında
İçinde büyüyen lale fidanında
Görünmez taşların
Örtündüğü avuç içi kadar toprakta
Senin bile bilmediğin
Benim gördüğümde inlediğim
Sesimden uzak o yerde
Bir sevgi vardı
Görünmek için çırpınan

Kaçtığın her uzak, üvey anan
Sarmayacak sarılmayacak
Seyir defterlerin
Karalanacak kararan yazgında
Demi geçmiş acı bir çayda
Dilin damağına yapışacak
Dert melezi derinin altında
Yaşayacak kaybettiklerin

Deprem olacaksın döndüğünde
Sarsılacak ruhum derin darbeyle
Zaten tükenen her nefesimle
Sun-i bir teneffüs gülümsemesi
Yapmacık asılsız eskisi gibi olmayan
Bekleme…

Gelmeyeceğim sandalındaki aşka
Karpuz soğutmuşsun güneşin altında
Bir yalak kurumuş çoktan
Kulübe unutulmuş
Eskimiş geçmiş zamanlar
Çocuklar öğlen uykularında unutulmuş
Derinmiş yaralar uyumak gibi
Kâbuslarım olmasa ya hani
Ayılmazmış aymazlar

Ne kavuşmayı bilmişiz geniş zamanda
Ne ayrılabilmişiz anın koynundan
Arayabilmişiz ya hiç değilse
Değdiyse paçamıza
Ve süründüyse bir ömür gönül
Ellerimizdir sebebi
Anlamazlar

Gözlerimin şavkı vurulsun sulara
Gecenin körü görsün ve yürüsün
Suya batmaz hayal İstanbul’um
İki yakasından kurtulup
Boğazın sularına gömülsün
Buruştursunlar dürülen defterini
Seyri seferin sonu duyulsun
Marazlı şehrin sesi sularda unutulsun
Kurtulsun ayrılanlar

25 Aralık 2007 Salı

HUZUR LAZIM BANA


Batan tüm gemilerimin
Ve arkasından çıkan isyanlarımın
Sebebisin diyerek yutkunan ben…

Mübarek bellediğim ismini sustum
Kazıdım adını mahpus haneme
Hücremde hüccetin gizlide

Başıma gelen yazın ak kışın kara
Kaç tülbentim varsa ve dahi
Kaşıma düşen aklarda bile
Parmağın var

Senden bana armağan
Bir kuru taş
Kuşun kanadından başıma atılan
Ardı sıra gözüme sıçrayan çamurlar

Gülmekten katılan yarasalarda bile insaf var
Süründüğüm hayatın suali senden sorulsun
Ve saçım belime dolanırken tel tel
Geçen yılların her dakikasının
Ve yol aldığım her imtihandan
İsmin sorumlu tutulsun

Sürme çekmeyi severdim bilirsin
Gidişinle döktüğüm her yaşta
Yüzüm kara bağladı genç başıma

Çektiğim her kara, mil bana
Körüm yoksunum çünkü yoksun bana
Ağlamaya bir göz sarmaya bir sen
Akşamı sabaha bağlayan
Bir huzur lazım bana…

22 Aralık 2007 Cumartesi

PINARLARIM

Düşünüyorum da hani
Başka bir din sarsaydı tenimi
Sarsar mıydı hayat yinede böyle
Öper miydim ölümün ellerinden her gece
Gün doğumlarında sancılanır mıydı ay dede
Minik yıldızlar yine öyle çakılıp kalır mıydı
Yoksa inerler miydi ceylan pınarlarına

Düşünüyorum, düşünüyorum da
Bulamıyorum ya hani bu soruya bir cevap
Maksat yaşamak olduktan sonra bu kılınan
Abdestli halimde hayat, secde başı kaç rekât
Yahut kaç yortu zamanı içilecek kırmızı şarap
Tütsülerden daha kaçının ucuna ateşim düşecek
Yanmaya ibret yağacak mı yağmur pınarlarıma

Her dilde Tanrı’m tek her dinde aynı Allah
Mezhebime sığdırabildim ya alevinde bir aşkı
Hiçbir zulüm dostun gülünden daha çok acıtmadı
Pirler dergâhımda kırık dizlerimi kaldırmadım
Zülfüm düştü gözlerimin önüne nisan tasıma yağdım
Her insanda nisa halimle insanlığıma ağladım
Koşarak gittim gönül dergâhının pınarlarına

Dokunduğum tüm tahta trabzanlar
Ve görmediğim denizlerdeki tüm yelkenlerim
Hep benimle aynı olanları getirip götürürdü meçhulden meçhule
Ve ölü tüm bebekler gözlerinde gülümsemeleri gizlediler
Kana kana içip doyamadığım tüm sevdalar sendendi
Verdiğin her Rahmet dupduru dolardı pınarlarıma

21 Aralık 2007 Cuma

YAZGIM

Bu eksik etek dünya tozunu dumanıma vurur
Bir sabah güneşini, yağışına eş et yağmur
Önce yıka kirini yaşanan tüm zamanlarında
Kurut arkasından kayısı kurusu bahtınla
Çoğu bilmez neden hayatta ve ayakta
Karakalem bir hikâye kaybolur balçıkla
Kimi derviş kimi ayyaş yan yana yürür
Vardıkları tüm kapılar aynı sona götürür


Demedim mi sana havada yol kokusu var
Bu mevsiminde buralar bu cüsseye dar
Uzun ağrılı başların sonu kapımda bitti
Veririm ellerine öldürdüğüm güveyleri
Dediğim dedik bildiğim bela değilse ne
İnanılır mı kargaların seher vakti dediğine


Ördüğün tüm kaderleri giydim başım üstüne
Varım ve kefilim götürdüğün tüm ecellere
Diyorsun ki öldüresiye bir aşkla aşığım sana
Sık alnımın çatına, değilse düşmem avucuna
Ruhumu çekti gök kubbemin sultanı
Yaşıyorsam lütfuna say a canımın cananı


Kilide gücüm yetmez sahibine yalvarırım
Eksik ayların kırıntılarında hayatı avlarım
Bulduğun yetmiyorsa deş leşimi a canan
Bu gönülsüzlükle ettiğin zulmü de hayra yorarım...
GİDENLERİN ARDINDAN


Peş peşe takılmış katarlar gibi anılar
Birinin yüzünde ayrılığın hüzünlü yaprağı
Diğerinin gözlerinden düşen yılları
Kazanmak kaybetmenin en zorlu düşmanı
Sazendeler susmuş bilinenler unutulmuş
Dar geçitlerin çıkmazlarındaki pusular
Unutulmuş, umutsuzların delinmiş uykusu

Ahdı olanların ahı tutuşmuş kafeslerde
Zincirkıran zemherilerin puslu bakışları
Âşıkların sarhoş nidalarının ortasında
Kaşık düşmanı kadınlar kurulmuş sofaya
Dır dır ettikçe hepten darlanan yüreğim
Yarasalar baş kaldırır yarsız uçurumlara
Çıkılmaz bir hesap tutturur bıraktığın
El türkü çağırarak sarılır yitik zamanlara
Eski ve acı bir ezberdir bırakılma duygusu

O zaman, bir zamanların savaşlarında
Tek başına siper beklersin karanlıkta
Tüfeksiz süngüsüz icadsız ama adam
Beklersin mertçe ölümü uzun zaman
Geceye düşer zamane züppe korkular
Yıldırımları vurur uydurduğun küfür
Küflü peynir azık olur kuru somunda
Zehri yürür moraran damarlarında
Uyuyacağın anı bekler düşman pususu

Kaybolur ya hani gülsen de, ölsen de
Kısılır ya sesin gibi görmeye niyetle
Gözbebeklerini sarar kanlı kundaklar
Değil mi ki çuldan çaputtan çıkar
Durduk yere büyür değme kavgalar
Savaş parlatır allı zilli çığırtkanlar
Ökse otu kâr etmez gece soğuğunda
Siyah güvercinler saklanır o ayazda

Yılların arkasında soyunur ağıtlar
Girer sokulur ucu yanık mektuplar
Yar gider, ağyar ağlar
Uçurumda süzülür şeytan uçurtmalar

TURNAM

Altın gözleriyle turna semahına döner
Kıblesi bir zülfikar, yatağı ana kucağı
Dalga saçları uçuşur bir cennet sıcağında
Dert yıkar boynunu otağında yanar gider
Altın gözlü bir turna semaha döner

Anasının göğsü gibi yudumlanır toprakta har
Açılınca kolları semaya, hak yanında çağlar
Uçmak an işi zaman kırar kanadında kirişi
Aç mezarına bereket rahmet toplayıp dolar
Ak bir taş dikilir semanın altında yanar
Cem boğulur yine bir zindan da, Ali’m ağlar…

AYNIYDI



Yok be canım efendim, kainatta ne kadar söz varsa söylenmeyi bekleyen ve ne kadar uzun ne kadar çok konuşursam konuşayım kimse kendi öz cümlelerini kuramadıkça tam bir ifade bulup oturtamayacağım gönlümün has bahçesine. Her şey yalandan ve riya’dan daha fazla bir anlam taşımayacak. Bu dakikadan olmak üzere beklemeyeceğim de üstelik duymayı hak ettiklerimi. Varsın susulsun ve ardımdan kusulsun bundan sonrası itibariyle.

Nalıncı keseri sevdim huyunu bildiğimden. Bundandı olmamaya yeminim. Bundandı incitmemeye gösterdiğim gayret. Bilinmeyen kıymetler filizledim, yeni tomurları besledim yaz baharlarda. Yeşerttim gülümsemelerine maksatla. Gördüğüm bir tek şey vardı. Yalancı baharları doğmaları için zorlamışım. Unutmuşlar çocukluklarını. Büyük olmanın kederlerini sevmişler illede. Yokmuş dengim, dengeler bozulalı çok olmuş. Terazinin bir kefesi eksik, gelişimi bekliyormuş.

Dağ başlarına kurduğum huzur dolu bir kulübe lekesiz beyaz badanasıyla beni bekliyormuş. Yalnızlık sofa’ya kurulmuş, kalemimi çakısıyla sivriltmiş Rahmete emanet gönderdiğim Babacığım. Kağıdım aherleneli çok olmuş. Rengi sarıya dönük, yeni yazının altında eskiden kalma anıları saklamaya yeminle, parlıyor geleceğim günlere.

Aşk diyorum ya hani hep. Aşk ille de. Unutulmuş, bozulmuş, yıpranmış, özensizlikten küskün aşk. Aranıp sorulmayan, geniş zamanlara kilitli, dar zamanlarda yalnızlık oldukça yüzüne bakılan ya da lafın kestirmesi, darda kalmadıkça aranmayan kızıl elma. Varken balığın deryadaki hikayesi kadar kıymetsiz, yokken dilenmeye çıkılan. Oldu bitti hercai menekşeler bile kabulüm. Umulur ki öğrenecekler bir gün sevmeyi ve “vefa” diye bir kelime eklenecek dillerinin ucuna hatırlamayacak olsalar bile.

Türkü söylemeyi bırakalı on altı sene oldu. Uzundur dinlemeyi bile bıraktığım can yangım. Hey gidinin ozanı. Bu kadar mı yandı ciğerin. Bu mudur senden hediye bunca yıldan sonra bize bıraktığın mirasın. Derdinden kurtulmaya diye dağı taşı inlettiğin o türkü de dolandı dilime ya. Neylim…

Biliyorum yine kedere sarmışsın diyeceksiniz ve lakin şimdiden söyleyeyim kederime sitemim çelme takalı çok oldu. Çamurda sürünsün bundan sonra. Sitem kendimden gayrısına değil üstelik. Yıkıldığım, yandığım ve yerden kalkmaya mecbur oluşum, Leyla’nın kederini anlatamayışından öte bir gayret değil. Mecnun…Çöle vurgun, yanan kumlarda yürümeye mahkum bir faniden öte değil gayrı. Yolun sonunda benden Hakka yürüdüğünü bilmez miydim sanırdınız. Yolu gösteren de yürüten de ondan gayrısı mıydı ki bana varsaydı Kays. Kendi yolunu yürürken aradığı Hak’tı. Durduğum yerden bulduğum Hak’la aradığı Hak aynıydı.

***
"Nasıl yar diyeyim ben böyle yare
Mecnun edip çöle saldıktan sonra
Alemin bağında bülbüller öter
Nidem benim gülüm solduktan sonra

...

Coşkun sular gibi çağlamayan yar
Gönlünü gönlüme bağlamayan yar
Benim şu halime ağlamayan yar
Daha ağlamasın öldükten sonra

Pir Sultan Abdal''ım sürem bu yolu
İnsanı Kamilin olmuşam kulu
İster yağmur yağsın isterse dolu
Nidem ben ummana daldıktan sonra..."

ERZİNCAN'DA

Munzur’a kar düşmediğinde
Bilirim ki kurudu gözün
Kurtuldun pusularından
Yorgunluğun göz ucu bakışta
Hasret bilmez vuslat tanımaz
Tanınmaz bir alevde gizlendiğin
Ak tende kara zülüf ezberim

Girlevik çağlamaktan caydığında
Davam devandır yüreğinin ağusuna
Dilerim ki kurulsun hak divanı
Turna’nın sensiz semahı duyulsun
Kürek kemiklerimde bir şehir
Köprülerini kurup dar-ı beyza'ya
Unutsun ve kudurtsun gayya’da
Eğe kemiğinden ele düşen gül
Tenimin her yanında gonca verip
Dikeninde beni kurutsun güzlerim

20 Aralık 2007 Perşembe

ESKİDEN

Eskiyi eskiten ve eksilten
Karı kalkmaz bir coğrafyanın
Suskun yanını bozuyorsun
Kararan teninde yanık bir tren sesi
Geliyorum diyorsun
Bir can kopuyor bir şafak vakti
İnceden bir sızı sarıyor yüreğini
Varınca açılan kapıların uğurluyor
Uykusu çok, yorgun genç gözleri
Bir atın koşumlarında koşuyor kızak
Karanlığın içinden yağıyor aşk, buzdan
Kızıl bir ateş çıkıyor balkona
Eskiyen ne kadar hikâye varsa
Bağırıyor sarhoş içmediği zamana
Keder dudaklarından dökülüyor
Sıradan bir vakitteki bitimsiz acıları
Yakıyor soğuktan donan ağaçları
An eskiyor yüzümde
Zaman ağlıyor
Şeytanın iblisliği
Dünyanın yüzünde parlıyor…

19 Aralık 2007 Çarşamba

GÜLEÇE ŞİİR

Şafak söküyor siyah gömleğini gecenin
Atıyor beti benzi yığılıyorum görünce
Yusuf’un hayali uyanıyor rüyasından
Hayal sızıyor sabahın tan zamanından
Ya gidersin ya düşersin gözlerimde

Ne düşünceli zamanlarının bakışı
Ne de elimdeki bıçak kesiği kan
Sürmesi mil diye çekilen her yalan
Uydurma bir rivayet varlığın da
Ya okursun ya okuturum fatiha

Şimdi mendilin tuzdan çürüme vakti
Unutturma, kalbi usulca uyutma
Dediğime aldanma gözünü bile kırpma
Bulutun dağa indiğimi görmesi
Sanma ki eşkıyalığımın emaresi

Tanrılar indirsin şimşekleri desem
Tektir deyip anlamayan da sensin
Yusuf desem kıymetinden düşersin
Rengin desem tutuşsam, ne anlar
Dergâhın başında dilsiz ney üflersin

Tutuyorsun ya kalemi kelâm ustası
Bu şehirde kırdığın dünya sultası
Eğmeyeceğim boyun, düşürmem gardımı
Vurdum gamı yıktım gönlümde seyyahı
Küfrün bini bir para âlemde seç
Yarabbi şükürle gez utanma güleç…

ADAM



Hani senden gidişim vardı ya
Umursanacak hiçbir şey kalmamış
Kalburlar asılmış sergenlere
Allı pullu yemeniler solmuş olacak
Günler kendi yüzlerini almış
Aylar yüzümde kararmış
Ve dahi tüm yüzükler atılmış olacak

Verilen sözlerin üzerinde kalacak gözün
Bozduğum yeminimin sebebi sen
Gönlümün faili akılsız başın
Ve başında dikili bir taşın kalacak
Ardıma dönüp bakmayacağım
Ardıma bakıp kalma sakın
Zira tüm günlükler yakılmış olacak

Odaları dolaş bensiz kaldığında
Duvarlar çınlasın kahkalarında
Hıçkırıklar sarılsın gece koynuna
Yıllardır ıslanan yastığıma koyma başını
Karışmasın yaşım yaşındaki yasına
Yıktığın tüm yargılarımın bir ucunda
Asılı kalsın donuk bakışların
Güya ömürlük aşkın yıkılmış olacak

Rüyamda göreyim seni artık güzel halinle
Orada da gülmezsin ya alışığım kavline
Uzağımda kal be canımın efendisi
Kal ki varlığın artık dayanılmaz olacak…

18 Aralık 2007 Salı

ÇOCUK MEZARI


Çocuk mezarımın başucuna
Oyuncaklar bırakın oynanmış
Annem, üzerine bıraktığınız çiçekleri koklasın
Ben kokunuzu duyarım bez bebeklerinizde
Bebeklerinizle oynar gidişinize ağlarım

Gece vakti çekerim toprak yorganımı
Gün doğmadan dön diye seslenir anam
Günün ışığı bize haram
Siz uyanırken biz uyuruz
Ve karanlık sarılır dökülen etime
Beyaz entarim çürür, yaşlanırım
Söz her gün büyümeden uyurum

Her sabah gün doğmadan
Gelir doğuramadığın rahmine sokulur
Oyun zamanının bittiğine ağlarım

Çekik gözlü pirinçler tutar kimi ruhlar yanımda
Çeltik tarlalarının suları damlarda
İçine büyür ağaçlar
Zaman geleceğiniz günlere doğru akar
Bekleriz gelişinizi her kutsal günde
Gelmeye söz verirsiniz duaya dönen dilinizle
Anamın karnında gelmenizi beklerim

TENEŞİR





İşte benim mermer taştan pay-i tahtım
Sade beni ağırlamaya bekledi yıllar yılı
Sakince yürüdüm ona gelen kaldırımları
Geldim…üzerine çıkarın beni

Uzatın bedenimi boylu boyunca
Tenimin soğuğunda erimekten vazgeçsin
Üzerinde biriken karlardaki yıllar
Süpürmeyin öylece bırakın
Üşüyecek halim kalmadı
Acımayın cansız bedenimin ardından

Önümde dizilin sıra sıra
Başınızda beklesin cübbeli bir hoca
Nasıl bilirdiniz diye soracak ya size
Bildiğinizi deyiverin yalana hacet yok
Her kafadan bir ses çıkacak nasılsa
Hesabımı siz yapamayacaksınız
Ben öyle bilmedim Rahmet olasıca
Deyiverecek bir sübyan
Çıplak bedenim titreyecek hakikatin soğuğunda
Başımı okşadıydı diyecek kim bilir belki
Öpeceğim soğuk dudaklarımla yanaklarından

Anam ağlayacak eminim saklandığı kuytuda
Bir de oğlum olacak canı acıyan
Bir akl-ı evvel demiştim diyecek
Bırak demiştim şu zıkkımı
Haberi olmayacak yolumun azığından
Ağlayacaklar belki de önümden ardımdan
Doğduğum günün payına düşeni toparlayıp
Göğsüme koyacağım bir salanın arkasından

Siz huzurumda el pençe divan dururken
Güleceğim duruşunuza göz yaşınıza
Ben yükümden kurtulurken
Siz bırakıp gidişimin derdinde
Ağlayacaksınız bir helva yanığında
Gülün be mübarekler gülün bir defa
Gülün de gülüşünüz kalsın şu hatıramda…

17 Aralık 2007 Pazartesi

NİSA



Damdan düşeni buyur ettiği hane
Menekşe kokulu pencere pervazları
Tutunan örümceğin ağıdır umut
Bir gün evet bir gün böyle bir nakışla
Tutturacaksın dünyanın kıvamını
El emeğini sereceksin iki duvar arası
Bir ucu bir köşede öbürü kirişte
Bilmeden kiriş olmanın ızdırabını
Yakalayacaksın iki koldan hayatı

Tunç sağlamlığında hatıraların olacak
Sarnıçlarında birikecek mutluluklar
Yepyeni ipeksi yollara
Serpeceksin kokulu baharatı
Tüccar olacaksın, alırken beşe alıp
Satarken üç demeye yüksünen
Sevdaların da olacak
Asma yapraklarında saracağın

Yürüdüğün her yol hayra çıkacak
Şerri tanımayacaksın yüzüne bile bakma
Saçlarını savurarak mehtaba bırak
İlk olacaksan bile son olma
Savurgan bir mutluluğu yakala
Bezme şaşkın ayaklarından

Seher yellerinde bir gül bahçesi bulup
Salavatla kokla al taç yapraklarından
Bülbülleri çağır hint diyarından
Gelmelerini beklemeden figana boğ
Sultan Süleyman gibi konuş gülistanda
Ne kadar mahlukat varsa
Anla gözlerinde okunan lisandan

Bir nisan tasını kalaylayıp koy sunağa
Dervişan toplanıp şifa umsun biriken sevabından
Bir nisan yola çıkıp insan olduğuna delille
Ders çıkar kendi payına sure-i nisa’dan…

15 Aralık 2007 Cumartesi

SOL YANIM


Oy benim sol yanım
Her gece seyirip uykumu bölen
Kapalı gözüme mısra olup düşen
Kavrulduğum haline gönüllü yanım
Avuç içi dünyaya sığamayıp
Yerim dar diye gelin olası tutan

Oy benim sol yanım
Sonuma son bir don biçen
Ak göynekli tozlu ezik yanım
Koyup gidenlerimi sakladığım
Yalan sevdalarından hakikat çıkarıp
Çıkışmayanı kor kanıyla tamamlayan
Yorulmaya doymaktan bıkan
Boynu eğik gönlü suskun yanım

Oy benim sol yanım
Gecenin tülünden koyuver bahtımı
Düşlerimin saklı sandıklarında tuttuğum
Makamını bilmediğim uykumun son salasını
Göm kimsesiz virane bahçelerin dip köşesine
Düş elimden düşümdeki kurşundan kalem
Bırakma kendini baştan çıkaran kelâmıma

Oy benim sol yanım
Yanık yanım
Savrulan
Kavruk yanım
AŞÜFTE AŞKIM


Aşüfte pazarıydı dudakları
Yanağı al dili bal
Savrulurken çingene pembe etekliği
Kokusu akla ziyan kalbime sokulan
Kaldırımlar çekilin aramızdan
Yollarına serin beni siyah saçlarımdan
Zift koksun gözlerim

Aşüfte pazarı çapkın bakışlar
Kaç haraç mezat sattın beni ulu orta
Koluna taktığın altın halkalar
Düştüğün yarlardan yadigâr
Bir halka geçirsem o parmağa
Örtsem başımdaki yalnızlığı odamla
Soyunsan bana gece koynumda uyusan
Uyanmak haram olsa sensiz zamanlara

Titrese parmaklarım mısra aralarında
Ve salınsan satır arası üç noktalarımda
Sussam susam tanelerindeki umutta ağlasam
Aşüfte pazarı el bağlarında
Çözsem aklımın urganlarını
Süpürge otunda destelenip sürünsem
Bahtımın çığırtkan hatalarında

Aşüfte pazarı bir aşk getirsen
Son demimle ağlasam geçit vermesen
Huzursuz sokaklarımdan geçişini izlesem…
Sen gelsen…
Ahh…Bir bilsen
Nasıl bir çivit mavisine boyanır gönlü sersem…

ZERRİN

Pırıl pırıl akan bir nehir bakışların
İçinde oynaşan balıklar aşk
Yanındaki ağaçların dallarında
Suya düşen saçlarındasın
Saklısın bulunmazsın sır
Güzelliğinde kalanlar
Aslından habersiz
Gizemsiz aşikar
Rüya gibi hülyalı kadın

İpek ellerinde huzur akıyor
Sesinde bülbüller şavkıyor
Yüzünde belli belirsiz özlem
Gamzelerinde saklanıyor
Bucaksız bir dağın kuytusu
Güzele hasretin dindirdiği uykusu
Düşlerindeki hayalin peşinde
Gülümseyen ceylan gözlerin
Aslının sırrına erilmeyen
Rüya gibi hülyalı kadın

Doldur kucağına sevdiğin aşkı
Bulan olursa serp yüzüne
Serinlet yaşat coş uzundur aldandın
Ben gördüm sendin
Aşığın falında ismi çıkan
O en güzel kadın…

14 Aralık 2007 Cuma

NEŞE'Lİ ŞİİR

Tam mısranın ucunu tutmuşum
Niyetim bir sevinç yazmak
İsmimden başkası yok
Aklımda da hayatımda da
Nereden bulayım canım efendim
Neş’eli bir şiir kim yazmış ki
Ben sana nasıl uydurayım
Hem sonra mutlu bir şiiri
Bu mevsim kim aklına takar

Koy takkeni önüne
Ve bulursan kendinde azıcık akıl
Daya vicdanının üzerine
Yalnızlık kokan ellerini
Düşün ki yazdım gül gülistan
Okuyan görmediğini dinlerken
Kederlenmeyecek mi
Neş’e dediğin küçük bir kız
Belki güleç ama çokca sakar

Yok a benim efendim
Şiir istesen de istemesen de
Saracaktır kollarını kedere
Üşütecektir ille de mısranın bir yerinde
Desem ki bir çocuk geldi gülümsedi
Bendim diyeceksin gözüm gözlerinde
Sev saçlarımı dinlendir bakışlarımı
Benim o gördüğün çocuk
Elimi yüzümü öp sev beni
Hiç sevilmediğim kadar

Mevsimlerin güze salacak saçlarını
Ellerin titreyecek ihtiyarlamadan
Dudaklarında soluklanacak
Ateş yüklü uzun havalar
Çatlayacak toprakların
Yer yarılıp dibinden yeni yol açılacak
Yeniden yıkılacaksın çınarlarla
Devrilecek dağların birer birer
Susmayacak alıcı kuşlar
Hüzne soracaksın hesabını
Mutlu zamanlar saklanacaklar
Ebe hep sen olacaksın
Sobelemek imkansızlaşacak
Yaşarken öleceksin her bahar

Yani senin anlayacağın efendi
Neş’eli bir şiir bu kaleme zor sığar…

SERÇE

Serçecik kalbi rüzgârda savruluyor
Sanki hüzün bulutu gökten yuvarlanmış
Gülümsemesi gelincik kırmızısı
Bahtı gelinlik beyazı
Kurulmuş çarkın heyulasının önünde
Bir avuç darı tanesi kederi
Öğütülür avuçlarımda
Üfle güzel çiçek, üfle
Savur rüzgârında
Kavrulsun taçlarında gün sarısı
Yıkılsın perdeler sırça saraylarında
Ve perdedarlar eğilsin el pençe divan
Bir sultanîyegâh peşrevi gibi serilsin ten
Ay suya düşürsün yüzünü peşrevde
Yıldızlar ara taksiminde pay edilsin
Gamzelerde birikmiş gülüşlerde
Çılgın bir aşk dağılsın havaya
Yıldırımlar yalnızların
Onmaz yaralarını dağlasın
Kör et gözlerini mil çek ya da
Görünmez bir buse konsun yanaklarına
Parlasın can harlansın ocağın
Közünde doğsun güzel bir anka...

12 Aralık 2007 Çarşamba

EL KADAR

Yitiğini arayan çocuksun
Kırlangıç kuytusunda
Bölüp bölüştüren
Gözündeki yaşın hesabını
Zifiri bir geceden
Dökülen kaşın yapar

Uydurma sevmeleri
Uyduracaksan kitabına uydur
Yokluk diye inlettiğin ah
Babandan kalma mirasın
Budur cinnetine ihtirasın
Aklın boşuna sebep arar

Düşündüğün ne çok düş var
Düşkünlüğün bundan
Üzerine koklanan kaç gül
Ağıt döktü bu kadar
Çıldıran neysin
Hiçbir neyzen ağlatmadı
Her yâri ahın yakar

Yorgunluk eski bir ezber sana
Ki terinde dindirmezsen haram
Bir avazlık sevdayı indirirdin
Kucağın yangın koynun har
Çık git varlığın yetişir bu kadar

Tatlı sandığım çatal dil
Ağu ettiğin şu el emeğim
Vurdun duymaz tetiğini durdurma
Elin gülünde kirpiğin dal
Yokluğun varlığına inat
Sevindirmez beni bu bahar

Sırtımın orta yerine saplı
Ağrı desem değil aşk desem yalan
Çağırma gittiğin menekşelerde
Kal ki yüzümden düşsün yüzün
Gözümde yoksun el kadar…

YİNE SEN

Elimin kirine bulandı gece
Bir kutup yıldızına bir aya bıraktım
İmza gibi bensiz kara bir leke
Öptüm sonra dikenli tellerinden
Ayrılığın sınırlarındaki ellerimden
Kanadım güvercin yalnızlığında
Ağrılı saplantı iki kaşımın ortasına

Bir el havaya uyarı ateşi çığlığım
Yokluğunun tahammülü sınırda
Meczup olmuş varlığın
Dolanırken ciğerlerimde duman
Sen diye senli bir batığa dalıp
Hazinende saklı çam ağacını alıp
Dikenlerinden başıma taç yaptım

Dert etme papatya büyütmeyi
Güzel görene diken güzel
Gülümse ben dikeninde bahtlıyım
Tüm salalar ismime okunsa bile
Ezan diye durup vakte saydığım ve
Sana Açtığım nasırlı avuçlarımla
Dualarındayım…

SİLGİ

Karakalem bir hikâye bu silmek mümkün
Bir sabah güneşin doğuşuna eş et yağmuru
Önce yıkasın yaşanan tüm zamanları
Kurutsun arkasından kayısı kurusu zamanı
Çoğu bilmez neden hayatta ve ayakta
Durur bu eksik etek dünyanın tozu dumanı
Kimi derviş kimi ayyaş yan yana yürürdü
Vardıkları tüm kapılar aynı sona götürürdü

Demedim mi ben sana yol zamanıdır
Bu mevsim dar gelir buralar bu cüsseye
Uzun ağrılı başların sonu geldiğinde
Veriveririm ellerine öldürdüğüm güveyleri
Dediğim dedik bildiğim bela değilse ne
Ne yumurtaya ne tavuğun dediğine inanırım
Eksik ayların kırıntılarında hayatı avlarım

Ördüğün tüm kaderleri giydim başım üstüne
Götürdüğün tüm ecellere varım ve kefilim
Diyorsun ki öldüresiye bir aşkla aşığım sana
Sık alnımın çatına değilse düşmem avucuna
Ruhumu çekti gök kubbemin sultanı
Yaşıyorsam lütfuna say a canımın cananı
Bulduğun yetmiyorsa deş leşimi sultanlığın ahı…

10 Aralık 2007 Pazartesi

SEBEB-İ EFKÂRIM

Nereye gitsen
Boynu bükülür yetimliğinin
Yaptığın bir şeyi de beğen be
Sen değilsin sebeb-i efkarının
Sırtlan kuytusunda böyledir her insan
Gülümseyen yüzü sevgisinden değil
Sırtlan dediğin sırıtışından bilinir

Uzağına düşen düşüncelerinde göm gideni
Yol... Yolcu…Varsayalım ki geldi
Boş şişenin dibine kazık diye çakar
Tuzağa düşen sinek, ölümlü bir akşamı
Rakının telvesi olur mu? Olsa ne olur
En kötü ihtimal yalancı bir falcı
Yalandan bir mutluluk uydurur

Çikolatasını kaybetmiş minik dünya
Sana soruyor hesabını
Ben almadım de, benim hiç babam olmadı
Bayramlar geldiğinde yeni bir urbam
Erkek rengi bir mavi balonun kuyruğunda
Başucumda durmadı



Büyüdün diyor oğlum artık ağlama
Çocukluğumu seyrediyorum
Akıncı bakışlarında
Kaçıncı düşüp dizimi kanatışım bu
İn artık kucağımdan, al kucağına
Dizlerinde ninni söyleyip uyut
Uykusu kaçan çocukluğuma

Söz! İşten çıkar çıkmaz evde olurum
Hiç yaramazlık etmem ne istersen yaparım
Gelirken ne kadar aburla cubur varsa
Alır gelirim avuçlarına bırakırım
Haydi, sen de bir iyilik yap bana
Bir ısırımlık ucundan tattır babana
Babası olanın mutluluğunu

9 Aralık 2007 Pazar

Uyudun mu?…Uyandın mı?...



Tam da koyarken ağzına lokmayı
Sanıyorsun ki hakkın… ve doyarsın
Yum gözlerini
Şu an… yanılgıdasın
O lokma yalan ve hep
Aç açıktasın

Kapattığın, gözlerin yalnızca
Uyudun… Uyandın…
Gün sandığın yorgan
Öpecek uykulu göz kapaklarını

Vakit dara düşecek canında
Ustura ağzı bir hayat
Sokak aralarında saklı kalacak
Varlığını inkârda bir ayaz
Tokadını suratına vuracak

Gecenin zifirinde duyduğun ses
İmdat dileyen bir kadının cesedi
Ölümün soğuğu az önce ensendeydi
Ecel biraz evvel yanından geçti

İkindi ezanlarının arkasında
Bir sala susup sana pusu kuracak
Bir namaz sonrası sıranı bekle
Gördüğünü sandığın kim varsa
Üzerine bahar toprağı koyacak

Uyudun mu?…Uyandın mı?...

8 Aralık 2007 Cumartesi



Siz…
Renginde solgun kaldığım mevsim
Hayalinize uyuyup hakikatinize uyanmayı
Hiçbir zaman bilemeyeceksiniz
Siz…
Huzurunda diz çöktüğüm
Dudaklarınızın seyrinde olmayı
Ve yaslandığım kalbinizde uyumanın
Anlamını asla çözemeyeceksiniz
Huzurunuzdaki aczi yetimde yaşlanıp
Bereketli toprağınızda ölmeyi istediğimi
Ve yalnızca size gömülmeyi dilediğimi
Tüm bunların ne sebeple istendiğini
Bir türlü bilemeyeceksiniz

Renginizde alıp soldurun benzimi
Ve siz çekin yaramaz ömrümü siygaya
Sonra…
Dilerseniz narınıza, dilerseniz nurunuza
Atıverin gitsin ömrümü ziyan olmuşa sayarak
Siz olun ben siz olayım yeter ki

Bu gece yıldızlara perde olan şu gölgelik buluta
Bir not bırakınız benim yerime
Şöyle yazınız lütfen

“Tanrım bana uyanacak şu kulunu
En erken vakte uyandır artık”

7 Aralık 2007 Cuma

KAMBOÇYA

Ben ne anlarım ya hu
Güney amerikanın dağlarından
Yahut nerden bilirim a canım
Kamboçyanın kan gurubunu
Üstelik işim bile olmaz
Hani deriz de insanlar kardeştir
İyi de karındaşım dardayken
Nesini düşüneyim che’nin düştüğü
Dar geçitteki ölüm pususunu

İlgilenmiyorum kardeşim
Ezilen halklar umurumda bile değil
Banane diyorum işte aleni
Derdi beni mi gerdi
Ben dökülen kendi kanımın
Hesabının derdine derman olamıyorum
Bana ne Kamboçya’dan yahut
Beni ne ilgilendirir sömürülen halklar
Derdim başımdan aşmış
Kardeşim tırnaklarıyla
Gelecek diye mezar kazmış
Yaşatmanın derdindeyim ben…

5 Aralık 2007 Çarşamba

YENİ CAMİİ ÖNÜNDE


Metruk binanın önündeyim meskün mahalde
İn cin top oynuyor günün bu saatinde
Sabahın ayazı bulutun hızla boşalttığı
Çuvaldızlarla işbirliği yapıyor
Kanıyorum sessizlikteki varlığıma

Binlerce güvercin kanatlarına sarılıyor
Yenicamii önündeki ayak izlerimle
Yemsiz bir gün başıyım bu soğukta
Çarşı Pazar eğleniyor yokluğunda
İnanıyorum sensizliğin uğultusuna

Dudakların düşüyor aklıma ıslak sıcak
Bakışlarındaki o ağlamaklı halde
Göğsüm yanıyor anlıyor musun
Yoksun ya bu koca şehrin zindanları
Meskenim oluyor şarap uykusuna

Bir fincan görüş gününe razıyım
Getirme temiz çamaşır yahut sigara
İzmarit gibi yanıyor içim dışım
Yoksun ya bu koca şehrin orta yerinde
Ölüyorum kaldırımların soğuğunda

Islanarak sensiz yollarda
Senli olup olmadığı bir meçhule
Hiç sebepsiz yere yürüyorum
Düşünmek…Ne uzun mesafe sana
Düşünmeden ıslanmayı seçiyorum

Kabus mu bu yoksa ben miyim
Kabusun ebesinin koyduğu bu isim
Neden kulaklarımda çınlıyor
İstanbul’un orta yerinde bir sokağa
İsmimi veriyorum sabah ayazında

Feribotlar ayaklanıyorlar düdük sesinde
İlkin işçiler uyanıyor bu şehirde
En erken onlar oturuyorlar soğuk koltuklara
Sonra beyler biniyor kim bilir kaçıncı sefer
Senin anlayacağın yine hazıra konuyorlar

Tuzaklar uzaklarda değil ki
Sensizliğe bir de ezilmişlik bulaşıyor
Kaldırımlar benimle bir türlü barışmıyor
Güneş saklanıyor yeditepenin arkasına
O bile üşüyen bedenime sarılmıyor

Yoksulluğum parasızlığımdan değil
Kaldırımı ısıtma parası elimdeki para
Şu iyi giyimli kadının önüme attığı
Kim bilir ne çok atan olur oturdukça
Seni vermez ama, şaraba yeter nasılsa

En sevdiğim kaldırımlar Yenicami önünde
Hani düşündüm de bu yalnızlıkla
Birde sensizlik el birlik ederse
Ve düşerse başım ikindi ezanıyla
Kaldırması kolay olur belki de

Üşümekten yorulmuş sensiz bedenimde
Defnederler kimsesizlerin efendisini...
KÜÇÜK KARA BALIK


Gözden gönülden düşene dek çırpındı
Ağlara takılmış küçük kara balık
Yırtık bir yan aramadı ağlarda
İtilip kakılırken kendiliğinden buldu
Kendini bilmez bir ağ yırtığı
Salıverdi öldürmeyen öldürmeden
Yaşamak bir tuz basımı dalgalarda
Derinler, içinde soluk olduğunda
Bırak kendini soğuk sulara
Kaldırmak kandırmaktır aslında

Sor, mısraya düşen saklı sırrı ne bilir
Şair dediğin parasız serseri
Dudağını yakar biten izmariti
Dudaklarının çatlağından sızar kan
Saçı başı dağınık beli bükülü dağ
Hayatı kalemin ucundaki kurşunla
Vurduğu yalan alnının şakından

Derin bir adamın deli saçmalığı
Çekilmiyor bir yaştan sonra
Uslanmıyor ki gözleri ıslansın
Bitirdiği şarap şişesine yaslansın
Yazan kör okuyan dilsin sen dilsiz
Hepi topu birkaç günsünüz ikiniz
Derleyip toplama mevsimi döner nasılsa
Köşede bekleyen sokak levhasından habersiz

Çığırtkanlar bağırıyor bu dağda kurda kuşa
Nazar ediyor azar vuruyor öksüz bakışa
Deniz ve mehtapta asılı kalan kopuğa
Sırrını aşikar ediyor aşık karakışda

Sen… Sağına soluna bakınan adam
Yol senin yolcu sensin yürü ilerle
Kol saatinde sürmüyor zaman
Zaman aklının çarkına okuyor hükmü
Kudurdukça çalıyor eski gülüşünü

Sen…Sağında solunda adam arayan
Saçına ak düşmemiş kadın
ya bu devenin önüne düş
ya düş bu rüyadan sahte gülüş…
SANA

Siyah gömleğin üzerinde
İki düğmesi açık duruyor
Beyaz tenin gözlerimin önünde
Boynunda yine o inci kolye
Ucunda takılı duran altın bir kalp
Gülümsüyorsun
Hala ıslak saçların
Tarıyorsun bir beyaz havlu dizlerinde
Uzakları yakın ediyor hayalin
Gözlerin kısılmış yine
Belli ki yine yazıyorsun
Kazıyorsun gülümsemeni
Ellerinde huzur yeşertiyorsun
Gönlümde sıcaklığın
Yokluğunda var ediyorsun
İçimde küllenen bir aşk ateşini

Özleniyorsun…
Uzak değil,
Kokunun hasreti yalnızlığımın tek sebebi…

4 Aralık 2007 Salı

BEKLERKEN (III)


Hey Allahım… Hangi akl-ı evvel yaptığımı yapar ki. Sen sabahın erkeninde kalk, giyin kuşan pırıl pırıl, düş yollara. İşe giderken başlasın gelişine duyulan özlem. Her günün başında hazırlan gıcır gıcır sanki gelişin bugün.

Üstelik ne ismin var ne cismin belirli. Kimsin nesin nereden bilirim ki. Bildiğim bir tek şey var, bu yaşıma kadar seni bekledim. Uzun yollar boyunca, işleri güçleri sıkıştırdım geleceğin zamanların ağırlığı omuzlarımı terk etsin diyerek. Tüm sorunlar beni bulduğunda senli zamanlarda güçlü olabilmek için hallettim sensiz, yalnız bir başıma. Öyle ya gelişinle çok kuvvetli bulmalıydın beni. Uzun sohbetler ettim dostlarımla, tavlada zar tutanın hilelerini öğrendim belki de tavla seversin diye. Sayıları Farsça söylemeyi. Şiir dinlemeyi ve tangoda aşkı seyretmeyi sevdirdim kendime. Bazen şiirler yazdım sana, Leyla’mdın benim. Seni iyice resmedemediğime sinirlenip yırttım hepsini. Saçlarım çocukluğumda da sarıydı. Ama yokluğunun yangını mıdır bilmem başaklara döndüm sen gelmedikçe. Bu yüzden seni hep kumral hayal ettim. Benim gözlerim yeşildi o halde seninkiler kahve köpüğü rengi olmalıydı en azından. Bu yüzden hep kumral ve kahve kokulu kadınları seyretmeyi sevdim ben. Biri bana dönüp bir gün “birini mi bekliyorsunuz” deyiverecek gibi geldi. Çok bekledim bu cümleyi ama kimse söylemedi. Sanıyorum ben bekliyordum ama senin bu bekleyişten hiç ama hiç haberin olmadı. Yürüdüğüm her yol sana getiriyordu beni. Bu yüzden bakar adım yürüdüm yolları. Bu yüzden çok sevdim yürümeyi.

Nerede olduğunu bir bilsem… Hiç bekler miydim bu kadar uzakta seni. Koşmaz mıydım yollarına üşenmeden, düşünmeden. Düşlerime de girmedin ama biliyorsun değil mi? Tek bir ipucu bile vermiyorsun sensiz zamanlarımda. Oysa, seni ne kadar özlediğimi söylüyorum doğan güne ve gecenin dedesinin koynunda ağlıyorum yokluğunun tasasını. Geceler soğuk oluyor. Sanma ki zordayım, hayır kaloriferler yanıyor, sakın yanlış anlama. Üşüyüşüm yokluğundan. Uzak bir yerlerde bir sevgilim var, muhtemelen kumral. Ama yakın olamıyorum ona. O da üşüyor mudur yokluğumda, minik parmakları üşüyor mudur öpmelerimden yoksun. Yoksul mudur bir yanı benim kadar.

Sana biriktiriyorum kalbimdeki boşluğu. Gelişinle doldurursun çeziylik sevdanla. Gelişinle alışırım bile zenginliğe. Bir yandan aşkın serilir gönlüme, birkaç kıskançlık yerleştirirsin, güzel bir kadının kaprisi siner otağıma, bol kahkahalarla çınlar göğüs kafesim. Şenlenirim varlığınla. Bunca zaman seni bekledim diye seyrederim varlığını.

Kapıyı sen açarsın akşam eve geldiğimde. En çokta bana kapıyı açan şu anahtarlardan yıldım. Kullandırma bana onları bir daha. Onlar varken kimse gelişime sevinmiyor sensiz her şeyi çirkin görünen bu zengin evimde. Kimse “hoş geldin aşkım” diyerek boynuma sarılmıyor. Öpmüyor beni deli gibi, bıktırasıya. Sen gelince içerden açılacak bu kapım değil mi? Kullanmayacağım bu anahtarları bir daha.

Geceler boyu televizyon izlemek zorunda kalmayacağım. Bir ceylan dadanacak bu haneye. Onun seyri her şeyin seyrinden daha güzel olacak. Sen incecik belinle dolanacaksın odaları mutfağı arada salona girip çıkacaksın. Özleyeceğim aynı evin içerisinde seni. Yeter yoruldun diyeceğim, gel yanıma. Dünyanın en munis kedisi gibi koltukta yanıma sokulacaksın. Saçlarını okşayacağım, minik kedim uyuyacak kucağımda. Kokun… Misk-i Amber olup dolacak kuytularıma. Varlığınla ısınacağım dünyaya. Dünya yaşanılır olacak varlığınla. Sen ufkumda doğan bir güneş sunacaksın her sabah uyanacağım koynunda.

Bu güne kadar ki “gel” deyişlerim, “gitme” yalvarışlarım olacak gelişinle.

Sahi en çok hangi çiçeği seveceksin ki? Ben seni hep nergis seven biri gibi düşledim. Kokulu, mütevazı, gelin kadar güzel beyaz, sarısında mahcup. Ellerimle koparıp dermek isterdim mevsiminde. Ama kıyamam ki. Derilmiş olanlarından her akşama bir demet getirmek istiyorum sana. Kokusunda salon sen koksun diye.

Geceleri yıldızları seyrediyorum balkonumda. Bir efkâr dumanı savuruyorum yalnızlığıma. Sen… Bir yerlerde uyuyor musun? Bensiz üşüyor musun? Ağlıyor musun benim gibi yalnızlığa nerede dingin limanım diyerek olmayan göğsümde. Çok mu uzağımdasın dağ çiçekleri gibi, yoksa çok mu yakınsın papatyalar kadar.

Bir şarkı geliyor içeride açtığım radyodan. “Gamzedeyim deva bulmam” diyor yine. Ne çok vuruyor yokluğunda şarkılar. İnadına mı koyuyorlar bunları listelerine. Birileri hala yalnız ve şimdi yine balkonda sevgilisine ağıtlar söylüyor diye haber mi veriyorlar nedir? Anlamıyorum bu şarkıyı sevdiğimi bilen bir ben bir gece ve birde sen varsın. Nereden bilip de çalıyorlar böyle.

Gözyaşımı saklıyorum gelişine. Hele bir gel… O zaman ıslatmaz mıyım göğsünü sensiz günler ve gecelerce içimde biriktirdiklerimle. Anlatmaz mıyım yokluğunun bende koyduğu arazları. Her şeyimin olduğunu söylüyorlar beni bilenler evse ev, eşyaysa eşya, paraysa paraymış. Yetermiş güya. Nasıl yetsin sunam. Sen yokken öyle yalnız öyle fukarayım ki ben. Boynum bükük. Elinden tutup dolaşamıyorum ki şu şehri. Isınmıyor ki bir başka elle. Eldiven takanların hepsi yalnız insanlar belki de. Sahi bizim gibilerin ısınmak için yataklarına serili elektrikli battaniyeleri olmalı mı?

Gel artık sevgilim. Sensizliğin tadını çıkarttım yeterince. Hatta tadı kaçtı bile belki de. Senli zamanların tadını biriktir gülücük dolu gamzelerinde. Topla getir artık bana biriktirdiğin tüm sevgini. Bir gün de yolunu değiştir önümden geç sevgilim. Yahut sor artık şu özlediğim soruyu.

“Birini mi bekliyorsunuz”.

“Evet” derken gülümsesem ısınıverse için içime. Beklemekle geçen hayatım gelişinle sevdana çark etse. Sularında kaybolsam yıldızlı gecelerde. Kutup yıldızım olsan benim, her limandaki tek sevgilim… Sımsıkı sarılsan, uyutmasan artık gecelerimi.
BEKLERKEN (II)


Bugün seni izledim sen uyurken. Tek kişilik koltuğunda yine okurken uyuyakalmışsın. Gözlüğün bile gözlerinde. Eskiden takılırdım bu haline gülüşürdük hatırladın mı. Rüyalarını seçemiyorsun diye unutmuş numarası yapıyorsun diyordum sana, sen gülüyordun. Yılları ceplerimize toplaya toplaya nasıl gelmişiz bu günlere. Yıllarla birlikte saçların gümüş teller biriktirmiş. Göz kapakların biraz yaşlanmış belki, yoksa sen o ilk gördüğüm genç adamdan başkası değilsin. Göz kapakların düşüyor artık gözlerine istemsiz. Uyuya kalıyorsun elinde kitap gözlerinde 3,5 numara gözlüklerinle.

Kızıyorum aslında koltuğunda uyuyakalmana. Bu yaştan sonra sarılıp uyumak için ihtiyacım varken sana, sevgili kitapların yerimi alıyorlar böyle yorgun olduğun gecelerde. Sen de haklısın ama. Benim gibi dırdır etmiyorlar. Gönüllüce açıyorsun kapağını ve sen istedikçe konuşuyor seninle. Gitme demiyor, kal diye tepinmiyor. Uyuyakalıncaya kadar yarin de yareninde kitapların oluyor.

Bu oda… Sarının iki tonunu farklı uygulayıp hazırladığımız, her şeyi bana bıraktığın ama yapımında zevkle fırçayı eline aldığın. Güneşinin rengi olan oda. Televizyonsuz yapamadığından, ille buraya da bir tane almıştın hani. Sırtını dayadığın kütüphanen. Arada kalkıp hareminden bir güzel seçer gibi, seçtiğin cildi hiç bozulmayan ter-ü taze kitapların. Sayfalarında dolaşırken yüzünde beliren gülümseme. Hep böyle olmuyor ama. Bazen de kaşlarını çatmana sebep oluyorlar nedense. Kimi zamanda bir kaşın havada ciddiyetle okunuyorlar satır satır. Ne okuduğunu sormayışımın sebebi bu. Yüz halinden anlıyorum ne tür bir kitap okuduğunu. El üstünde tutulan bir sevda senin ki. Bana da bu sevdanın seyrindeki mutluluk kalıyor çoğu gece.

Yine en ciddi halinle gömleğin kazağın ve tüm giysilerinle birlikte uyuya kaldın koltuğunda. Burnunun üzerine düşmüş yine gözlüklerin. Ne kıymetli sende sevda. Nasılda ayrıntı bile kaçırmamak için büyüte büyüte okuyorsun sözlerini. Seviyorum sendeki bu aşkı.

Pıtır pıtır sesler geliyor dışarıdan. Aaa gerçekten, evet yağmur başlamış. Dur şu ışığı kapatayım ben. Masa lamban açık kalsın sadece. Perdeleri açıp biraz da onu seyredeyim. Bu arada üşümüşsündür belki de. Kalkmışken bir battaniye getireyim üzerine. Merak etme usulca sererim üzerine. Kuş gibi örterim, uyandırmam kıymetli uykundan. Dinlen sen. Biraz daha izlerim seni uzaktan, yağmuru anlatırım sana içimden.

Tepe lambasını yakmadan seyretmek ne güzel. Oldum olası seviyorum bu loş ışığı. Böyle daha da güzel görünüyor hayat. Kusurları gizleniyor. Bakmak istediğini görebiliyorsun sadece. Ayrıntılara takılmıyor gözlerin. Teferruatlarla dolu bir hayatın üzerinden geçiriyor insanı. Yormuyor… İyi ki seninle evlenmişim diye geçiriyorum yine bu gece aklımdan. Ya teferruatlarda beni boğup sıkan bir eşim olsaydı. Ne kadar mutlu olduk seninle bu hayatta. Azıcık aşım kaygusuz başım misali. Sen de ben de hep mutlu olduğumuz şeyleri yaptık şu dört duvar arasında. Boğulmadan, sıkılmadan. Ben yazılarımı yazarken sen kitaplarını okumaya devam ettin. Sen koltuğunda uyuyup kaldığında üzerini örttüm incitmeden. Bu gece olduğu gibi dışarıda yağan yağmuru, çıkan rüzgarı, saçakları mesken tutan güvercinleri, yakan güneşleri ya da dünyayı seyrettim gecelerce. Hayat aktı sokağımızdan. Ben seyrettim. Bende hayat hiç akmadı sanki. Akan sadece zamandı.

Azıcık pencereyi açsam toprağın kokusunu alabilmek için, izin verir misin bana? Üşürmüsün yoksa? Yok ama örttüm ya üzerini, üşümezsin. Sadece derin derin içime çekeyim biraz. Imm. Mis gibi, duyuyor musun. Harika. Yağmurun şarkısı, kokusuyla yan yana nasıl güzel bir sevgili şimdi bana, ısıtmayan ama yüz ağartan. Susuzluğunu gideren bir aşık gibi bu sakin yağmur. Gençken, seninle yeni tanıştığımız zamanlarda şemsiye sevmezdik hatırlıyorum. Islanırdık yürürken yollar boyu. Sarılırdık birbirimize. Ama ıslanmaktan gocunmazdık. Birlikteyken ıslanmak, büyütürdü birlikteliğimizin sebebi, aşkımızı. Filizlerimiz görünür olurdu yüzümüzde. Benim yüzümdeki gülücükler, senin dudaklarından gelen öpücüklere karışırdı. Sımsıkı sarıldığımda sana, soğuk vız gelirdi. O zamanlar çok başkaydı hayat. Bu gün yaşadıklarımızı yaşamak istediğimi anlatmaya çalışırdım, bir türlü anlatamazdım sana. Ne tuhaf anlatamadığım halde yaşıyorum bugünlerde özlediğim hayatı. Her şeyi anlatmaya uğraşmanın bir anlamı olmadığını görüyorum. Meğer ki, zaten gönlünde olanları yaşıyormuş insan hayatta. Hep böyle olmaz ama diyeceksin biliyorum. Ben de biliyorum her zaman böyle olmayacağını. Ama benim için öyle olması sevindirici, öyle değil mi? Mutluluk hiçbir zaman büyük bedeller ödetmedi bana. Dünyalık bir dolu şeyden vazgeçtiğimden, gönlümde istediğim o tek tük şeyi lütfettiler belki de bana. Her şeyi hak ettiği için elde edenlere inanmıyorum biliyor musun. “Ben yaptım”lı bir dünya kurulmuyor kurulmadı hiç kafamda. Bir süreçti elde edilenler. İstenilenleri yeterince istemek ve sabrı göstermek gerekiyordu yalnızca.

Şu yağmurun şarkısı ve bu gecenin toprak markalı kokusu…Nasıl güzel bir gece bu gece. Senden sonra izlenmeye değer ne kadar güzellik varsa karanlık bir gecenin arkasında sere serpe uzanmış gözlerimin önüne. Gece neden hep kadın gibi geliyor bana bilmiyorum. Ama öyle de cilvebaz duruyor ki karşımda. Bu kadar çekicilik çok diyorum. Gece… Beni benden geçiren karanlık girdap.

Pencereyi kapatayım artık. Üzerine bir battaniye daha örteyim üşürsün böyle. Sonra bende teslim edeyim artık gözlerimi uykuya. Bak saat üçü geçmiş bile. Gece, sen, yağan yağmur ve toprağın cezbeden kokusu. Bırakın artık beni. Bırakın da biraz da ben uyuyayım.

बेक्लेर्कें

hintçe öğren demek istiyo sanıyorum. :)

बेक्लेर्कें

3 Aralık 2007 Pazartesi

BEKLERKEN

Kısacık saçlarını sımsıkı bağlamışsın yine. Hapsetmişsin rüzgara geçit yok tel tel saçlarında. Gülüşün susmuş, güllerin unutulmuş bir yerlerde. Çiçek bahçelerin kurumuş. Diken deriyor yanından gelip geçen herkes. Mevsim elini eteğini çekiyor üzerimden. Yağmur kesiliyor sensiz, rüzgar unutuyor yüzümü öpmeyi. Toprak çekiliyor ayaklarımın altından, gökyüzümü topluyor akşamın kızıl güneşi. Kara çarşaflar seriyor üzerime. Yıldızlar göz ediyor, nazar ediyor.

Yürüyorsun verdiğim adrese, buluşacağız görüşeceğiz sözde. Belli ki ters gitmiş sabahtan bir şeyler. Belli ki üzmüş birileri gülüşümü, incitmiş. "Bana ait değilim üzmeyin gülüşlerimi" diyememişsin. Sahibinin emaneti bir şenlik tarumar olmuş inciten dillerinde. Keskin bir ayaz sinmiş sözlerine. Bıçak yaraları çakmak çakmak etmiş bakışlarını ve hilal kaşların orak keskinliğine bürünmüş.

Yürüyorsun ya her şeye rağmen bana getiren yolları. Keşke ben gelip alsaydım seni gülen yüzüm. Keşke…

Olmadı be iki gözüm, vakitten kazanırız hiç değilse diyerek, birkaç dakika fazladan zülfünün karasında sarhoş olmanın derdiyle gel dedim ya sana. Burada buluşmayı isteyişimin tek sebebi buydu. Bir sahil kahvesinin kapısındaki en güzel ağaç benim, geldiğimden beri. Martılar, balıkçı takaları eğleniyorlar benimle. Gelip geçerken gülüyorlar yalnız halime. Hele o çöpçü güzellerine ne demeli… Çığlık çığlığa kahkahalar atıyorlar başımın üzerinde. Tam gittiler diye düşünüyorum, alıcı kuşlar gibi yine dönüp geri geliyorlar. Usanmıyorlar eğlenmekten.

Ben geldikten biraz sonra geldi şu köşedeki masada oturan genç delikanlıyla yanındaki kısa saçlı kız. Üzgün bir hal vardı gözlerinin arkasında saklanmaya çalışan. Ah be, canımın içi.

Bir sırt çantası vardı kızın elinde. Şu yanında duran çanta. Kahveye girmeden az evvel indirdi sırtından. Pek de ufak tefek bir kızcağız. Çantası tıka basa dolu ama. Ne kadar dik yürüsede ayaklarını sürüyor gibi geldi bana. Sana benzettim aslına bakarsan, geldiklerinden beri gülümsemekten hiç vazgeçmedi. Ara ara ince kahkahaları dolaştı kahvehanede. Yine de içimde onunla ilgili bir keder belirdi be canımın içi… Sanki içinde bir sıkıntı vardı. Gözlerinin arkasında bir keder saklanıyor gibi geldi demiştim ya sana. Ne bileyim, öyle gibi geldi işte bana. Karşısında oturuyordu uzun boylu delikanlı. Koltuğunun altında saklanacak kadar küçük sevgilisinin ellerini hiç bırakmamıştı geldiklerinden beri. Sert bakışları vardı genç adamın. Kızgın ya da öfkeli değildi ama. Gençlik işte diye düşündüm bir an. O yıllarda hangimiz bu kadar celalli değildik ki? Kalın kara kaşları, zifiri karanlık gözleri, kömür gibi kara saçlarıyla buğday teninde, ara ara gülümsemeler beliriyordu. Daha çok delikanlı konuşuyordu. Kız, biraz da çekiniyordu belki de sevgilisinden. Öyle olmalı, değilse neden gözlerini dikip kıza baktığında gözlerini kaçırmak için bu kadar uğraşsındı ki. Ezgin bir hali vardı kızın. Yine de gülümsemeye uğraşması öyle güzeldi ki. Bir ara gözleri kızardı, biliyor musun. Tamda delikanlı omzuna elini atmıştı, yanına gelip. Sımsıkı tutunmuştu kıza bir ara. Tam da o arada sevgilisine göstermeden iki damla sızıntı yaptı göz bebekleri. Üzgündü besbelli ama gülüşü hiç eksilmedi. Belli etmeden usulca bir bahane uydurdu ellerine ve siliverdi dökülen inci tanelerini. Kumsaldaki isimleri silen minik dalgalar gibiydi elleri.

Uzun bir çay faslından sonra, eğilip yanağından öptü kızı, akşam soğuğu değen yanaklarından. Mevsimini şaşırmış gibi üşümüştü sanki güzel kız. İyice sokuldu delikanlıya. Sarıldı belinden. Bu kadar küçük olması iki elinin kavuşmasına hiç engel olamadı. Başını biraz da göğsünde unuttu delikanlının. Nice sonra ama senin gelmene yakın bir daha öptü alnından delikanlı ve doğruldu oturduğu yerden. Onun kalkışıyla genç hanımda sağ eliyle kavradı sırt çantasını. Duygusallığının sebebi belli oluyordu, sonucu kedere bulanan bakışlarındaydı. Bir hamleyle sırtına aldı çantasını. Küçük izcilere benziyordu. Gülümsetti beni. Kocaman gözlerini o anda fark ettim.

Sahilin bekçisi gibi gelip geçeni umursamadan, gelip geçmesini bekleyen bu kahve, bu gece seni beklerken, gülümsemeyi seven ama içinde küçücük bedeni ve yaşına kederler biriktirmeye mecbur olduğunu zanneden kısa saçlı, kocaman gözleri olan genç bir hanımı ağırladı, canımın içi. Delikanlının beline doladı kollarını, sevgilisi de omzunu sardı sımsıkı. Usul adımlarla çıkıp yürüdüler karanlığın zifirine doğru. Kolunun altına sığan bir küçük hanım yürüdü, emin olduğu kolların korkuluğunda. Öylece izledim durdukları saatler boyunca ve gidişlerinde hüzün çöktü benim de yüzüme. Bir hal vardı kızın gizli kalan yüzünde. Gecenin örtüşü gibi saklıyordu gözlerinin yıldızları arkasına. Yine de çantasını taşımak isteyen sevgilisine vermedi sırt çantasını, inatla hayatın tüm yükünü küçücük bedeninde taşımaya and içmiş gibiydi. Gidişleri öksüz bıraktı beni. Bir yorgunluk kahvesi içtim arkalarından. Keder çöktü sen gelmeden üzerime.

Hey Allah’ım. Yıldızlar bile sönmeye mecbur gelişinle diyorum da abartma diyorsun ya bana. Bak, kar peteği yüzün göründü işte karşımda. Yeniden doğdum bana ulaştığın şu dar dünyada, gelişinle birlikte. Ne kederim, ne yorgunluğum ne de dünya kaldı gelişinle yine gözlerimde.

Gelişini karşılıyorum kahvehanenin bahçe girişinde. Sımkısı sarılışımızla dökülüyor dünyanın bulaşığı. Aşk diyorum işte, başka da bişey demiyorum canımın içi. Aşk geldiğinde dünya kayboluyor buralardan.

Seni seviyorum diyorum başka da bir şey söylemiyorum. Ha… Bu akşama bir şey daha diyorum. O küçük hanım dilerim bir gün kurtulur bakışlarının arkasına hapsettiği kederlerden. Gülümseyişleri hakiki olur inşallah bir gün, sevdiği sevildiği kollarda. Ya o hakikatli kollar sarılsın ona yahut… Ah be canımın içi, kocaman gözlü küçük bir kadının peşinden gitti bu gün aklım ve gönlümün içinde ne kadar keder varsa gidişiyle birlikte yerleşti müsaitmisiniz diye sormadan.

YAĞMA

Yağmanın da talanın da mesulü benim
Yağdırın taşı tepeme şimdi
Yağmur yuğmaz, fırtına savurmaz
Toprak bile avutmaz artık gönlümü
Esir ettim kendimle birlikte
Yok ettiğim her şeyi
Şiirim sustu yazım küstü
Kalem bile beni terk etti
İçi boşaltılmış bir kovan
Ne kadar boşluk alırsa içine
O kadar doluyum
Dopdoluyum yani bir boşlukla
Yol harcım ne kadar yokluk varsa
Hepsini koydum gönlüme ruhumda yürüyorum

1 Aralık 2007 Cumartesi

SEVİYORUM SENİ KADIN...


Her zaman aynı şey
Tuzda buluyorsun devayı
Yüreğinde yangın varken su yerine
Benzini bidonuyla boca ediyorsun
Yahut kanayınca ılık ılık
Bir hançeri dibine kadar saplıyor
Çeviriyorsun canı çıkana kadar
Öyle de belli etmeden yapıyorsun ki
Bilmedikleri için mutlusun sanıyorlar
Sen içinden onca ağlarken
Güldüğüne sahiden inanıyorlar

Salı sallanmazsa eğer bilesin
Yer gök sallanacak salıncaklarda
Düşeceksin gökyüzüne ulaşmak yerine
Elin yüzün parçalanacak görünmese de
Derdini unutturmayacak ama
Debelenip kalacaksın kaybettiklerinle
El ver tabip diyecek içli bir türkü
Nasıl son bulacak
Kendine biriktirdiğin bu deli öykü

Zulanda biriken onca duygu varken
Namluya süreceksin gıcır gıcır bir hüznü
Seviyorum seni kahve gözlü
Kara saçlı kadın
Senden başka kimsem yok
İyi biliyorsun
Üç noktalı hayatımın ana caddesinde
En kahraman, en mütevazı halinle
Yürüyorsun…
MERAK ETTİK...


Körpe ekinlerin alaza sarması gibiydi
Güneş yakmadan yaktığımız o yıllar
Üşenmeden çekirgelere el ederdik
Yesinler yeşil dallarımızı ekim zamanı
Bizimde sıradan sayıp geçtiğimiz
Hayatlarımız vardı, yorgun değildik
Yorgunuz demek işimize geldi

Kör gecelerin bağrında bağdaş kurduk biz
Gecelerin suçu yok hiç cilvelenmedi
Hatta gel demedi hiç birimize
Zorla koynuna sokulduğumuz sevgilimizdi
Azıcık merhameti uğruna uykuyu sattığımız
Biliyordu kâğıt önde kalem elde
Öksüz yetimlik gecenin koynunda biterdi
Yıldızları çağıran biz, göze batıran yine biz
Kan ağlayan kaçınız acısını bilirsiniz
Bezginliğimiz başkaydı
İçimize atmak işimize geldi

Çığlar biriktirdik dağ başlarımıza
Çığlık nefesimizdi hıçkırık boğazımızda taş
Kurduğumuz her dağın çobanı bizdik
Yolları kuranda önüne taşları yığanda
Gemilerini yakanda köprüleri yıkanda
Bizden başkası değildi siz bilmediniz
Biriken her mısrada biz kurduk kâinatı
Bundandı tek başına sofra başında aç
Hastayken yalnız kalışımız
Böylesi daha çok işimize geldi

Uzaktan göründüğümüz gibi değildik
Davul sesi bile ehveni şer’di bizden
Beğenmedik sanılanın aksine sudaki aksimizi
Elimizi sokup çıkardığımız, deli dalgaların
Kopardığımız fırtınaların sebebi bundandı
Gördüklerinizin derdindeydik aslında
Biz o sizdeki bizleri hiçbir zaman bilmedik
Siz bizde ne gördünüz, biz aslında
Sadece bunu merak ettik…