30 Kasım 2007 Cuma

SAYGIDEĞER ÜSTADIM



Şu köşede duran yamuk yumuk
Altı delik çorap gibi saklanan benim
Bakmayın abi yüzüme yüzüme
Daha beter utanırım ben böyle
Göz kapaklarımın ucunda
Okul kaçağı bakışlarım
Seyrinizdeyim emrinizdeyim
Sayın üstadım

Çatılarında saklandığım fiillerim
Devrik konuşmalarımın faili
Çıtı çıkmıyor üç noktalı aşkların
Yılmıyorum yıkılmıyorum
Seyrinizde emrinizdeyim
Sayın üstadım

Bugün bir ipin ucundan tutup
Atlayacağım bacalardan
Yarın top patlasa duymayacağım
Oyunsa gül bahçesinde oynanan
Kitap arası kelebek kurutmayacağım
Haşarı bir tarafım olacak
Ceviz ağacımın arkasında saklayacağım
Siz ebe olmadan ben bulunmayacağım
Seyrinizde emrinizdeyim
Saygıdeğer üstadım

Gün boyu kahkahalarım çınlayacak
Nasuh paşa cami yanında
Sus diyecek ölmüş babam içimden
Susamadığıma gücenip ağlayacağım
Ağaca merdivensiz tırmanacak
Erkek Fatma Mehtap ablam
Köpek kovalayacak Muzafferi
Herkes gülerken alacağım bir taşı
Nasıl denk getirdiğimi anlamayacağım
Seyrindeyim emrindeyim
Saygıdeğer üstadımın

Bir öpümlük bir canım olacak
Öpecek bir melek corps diye
Feleğim şaşacak ansızın
Dünyam değişecek gel derken
Seyrime son verecek, emredecek
Sevgili üstadım

29 Kasım 2007 Perşembe

UZUN ÇÖP HİKÂYESİ


Uzun çöpü çekti zaman
Duruşu bundandı cezaya kaldı
Şair elindeki kısa mısralarla bakakaldı
Kayıp kıt’alar dar vakitte aranmadı
Yıl ikibinin başları
Kaşı düşen kırlangıçlar
Hazanda yara aldı

Güne dökülen ne kadar yaprak varsa
Saçlarımda birer beyaz tel
Cirit atıyor o sancılı keder
Dilenci bir şairsin işte geceye
Yıldızların sivri uçlarını bileğle
Hilale dokunma o hala ağlıyor
Şems’in ölü nefesinde

Şuur dediğin aşk meydanında biten
Keyfi kaçmış meddahlık bir sitem
Sıradan saydığın cinayetlerin
Kurban gözlerinde eksik bir dem
Yıldırımlarını göndersin artık tanrılar
Kızıla çalsın gece namazında davullar
Yılanbaşları bulunsun ve okşansın
Sarhoşlar zemzemle yunsun yıkansın
Kırklar hamamı olsun kırkikindili yağmurlar
Yıkılsın sonra gök, Tanrısı ayakta kalsın

Sağır sultanım bunca bağırma artık
Dilsiz değilsin ki sırça saraylarda
Buyur uşağa bir çeşm-i bülbül
İnlesin gülden dolan intizarla
Çınlıyor mermer sütunların parlaklığında
Adalet diyen gözü bağlı kadının
Çığlık atan yorgun sesi
Şavkını salsın ay yüzüne salayla
Sularla sevişsin hükümsüz yaşında

Gün yeniden doğmaya bir yol bulsun
Giden geceyle “aldım verdim”
Oyunbazlığından kurtulsun
Silinsin şairin kalan usta yalnızlıkları
Dökülsün ak sayfalara midye kabukları
Yıldırımlarınızı salın güne Tanrılar
Yılanbaşlarını okşayın siyah saçlı genç kadınlar…
SEVMEDEN YAZILAN ŞİİR


Bu gece…
Son şiirin saklandığı sandığın başındayım
Batık çıkartmak benim işim
Tam da az evvel sevdiğim biri
Beyaz bayraklı bir geminin
Güvertesinden itekledi beni
Uzundur hiç böyle dalmamıştım
İyi geldi buz gibi bir havada
Buz gibi gerçeklerin suları

Bu şiir…
Sevmeden, istemeden yazdıklarımdan olacak
Yol, bu şiirle birlikte son bulacak
Çünkü biraz sonra unutacağım
Uyuyacağım yalnız bir gecede
Ellerim yeniden uyuşacak
Soğuk bir rüzgârın kollarında
İyi gelecek yalnızlığım
Buz gibi yalnız yaşayacağım…

Keder…
Yolu benden geçmeyen tekçe elmalı şeker
Sus… Kandırıyorsun kendini deme bana
İnandıklarımdan sonra yalanlar
Çok daha sahici bundan sonra
Kimsenin gülü yoktu anlasana
Derilen ne varsa hepsi diken
İyi gelecek bu kan bana
Birazdan buz gibi soğuyacağım…

Kırmızı mavi karışığı bir gecenin açıklarında
Düştüğüm gemilerin güvertelerinde olmayacağım…
Ve rengin deniz kabuklarının sedefinde
Sana ithaf son bir mısra olarak kalacak...

28 Kasım 2007 Çarşamba



TERK FASLI




Bir terk faslı biriktiriyorum sana
Ucundaki uçurumları ceplerime
Darağaçlarını saçlarıma
Hazırlayıp katlayıp koyuyorum
Sürüyerek götüreceğim bavuluma

Usulca bir öpüş bırakıyorum yastığa
Kokumdan az biraz eski bir kazağa
Yüreğime saplanan yağlı kazığa
Yılların çentiklerini bırakıyorum
Yürüyorum gideceğim uzağına

Senli hayaller yolcu ediyorlar beni
Yanımsıra yol boyu güz gelmiş gibi
Önüme serpiyorlar üşümüş Güvercileri
Ağlamaya ve hıçkırmaya tövbe ediyorum
İçimde birikenleri susuyorum...

Bir tren sesi geliyor uzaktan uzağa
İnsanlar acelesi var gibi doluyor vagona
Bir çocuk ağlıyor gidenin ardında
Geriye dönmek haram bakmıyorum
Gözyaşı toplamıyorum avuçlarıma

Yol yürüyor akşamdan yarınki sabaha
İçine dalıyorum gecenin, bir vagonda
İçim acıyor yıldızsız arsız karanlığa
Bir damla yaş bulup buluşturup
Gözlerimi yuğuyorum
Avunuyorum kara kitabın sayfalarında

Sen benli bir sitem savuruyorsun belki
Kim bilir hala anlamsız buluyorsun bu gidişi
Senden çaldığımı düşünüyorsundur
Benle doğacak o mutlu güneşleri
Haklısın beni yar etmemeye yeminim var
Terk ediyorum senle gelecek geleceği…

27 Kasım 2007 Salı

SERDE GENÇLİK VARDI...



Serde gençlik vardı
Deli kan deli toyluk asılıydı boynumuza
Taze bir mezarın koynunda
Bir çiğdemin sarı yüzü suratını asardı
Bir nazar düşerdi boynuna
Tok mezarı uyurdu bir ayazda

Servi dökerdi dallarını
Öperdi toprak, öperdi bir ruh salalarda
Bir baykuş öterdi puslu bir havada
Havada alıcı kuşlar
Yerdeki çekirgeleri arardı
Bir nazar düşerdi boynuna
Tok mezarı uyurdu bir ayazda

Kiremit uçuran fırtınalar çıkardı
Yağmur açık camlardan içerilere kaçardı
Uyurdu dünya karanlığında
Usulca büyürdü bir ölüm sabahı
Bir fidan güneşli bir zamana
Bir nazar düşürürdü boyuna
Tok mezarı uyurdu bir ayazda

Ben deyim bir vakte kadar
Sen de ki patladı patlayacak
Bir fırtına ulur kapıda, ha çaldı ha çalacak…

26 Kasım 2007 Pazartesi

YAŞAMAKSA BU



Damarımda akanı çekiyor tuttuğum kalemim
Bu yüzden ala boyanıyor sana yazdıklarım
Kim bilir hangi iklimin rüzgarı vuruyor
Kanadında canı tükenen kırlangıçlarım
Düşüyorlar avuçlarıma yaşım yuğuyor
Tek dualık namazsız bir cenaze
Bir kayısı ağacının altına defnediliyor

Basma perdelerim ille de günümü gecenin
Yıldız altlarında ağlayışlarında basıyor
Ter basıyor, hafakan basıyor
Köy yerinde turşu zamanı
Gelip gidenin yanında derdini susan
Taze bir gelin derdini küplere basıyor
Can acıyor, acısı çıkanın kokusu da çıkıyor

Yılların örtülü üzerlikleri tütsülü bir odada
Kaybedilen ne varsa kim bilir ne sebeple
Tam da şah damarından tutulup
Tutuşmaktan korkulsa da yanarak
Kavrularak ölü toprağının altına basılıyor

Çığ düşüyor Toros’dan aşağıya
Düştüğü yere ince sızılı bir keder düşüyor
Kalemine küsüyor bir şair
Kalem mısradan mısra kalemden ayrı düşüyor
Yaşamaksa bu, bir şair
İçindeki defterde o son şiire düşerken, üşüyor…

25 Kasım 2007 Pazar

Eskilerden


Bir salaş meyhane hatırlıyorum senli zamanlardan. Yerdeki zeminin üzerine atılan talaşlar, galata köprüsünün altında. Yüzüme yüzün düşmüştü. Gitmek olmasa dediğimizi hatırlıyorum, kim bilir belki de yanlış hatırlıyorum. Demişizdir diye düşünüyorum. Ne kadar soğuktu o hüzün mevsimi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Üstelik iki taraflı açık cam kapıdan içeriye, İstanbul’un ayazı vuruyordu. Üşüyordum. İyi bilirdin ellerimin hiç ısınmadığını. Ama o günkü titremem hala içimi titretiyor, gözlerimin önüne geldikçe. Birazı soğuktan birazı yokluğundandı. Koca bir dağ gibi oturuyordun yanımda. Kapkara gözlerin yıldızlara inat parlıyordu. İlk o zaman anlamıştım ışığın arkasında saklı duran karanlığı. İki ayrı taburede yan yana oturuyorduk. Koltuğunun altına sığınıyordum arada. Yanımızda biri daha vardı, kim olduğunu bilmiyordum, halâ bilmiyorum. Sen vardın o aralar, dünyanın geri kalanı yalnızca bir teferruattı.

Bir salaş meyhane hatırlıyorum senli bir İstanbul’dan. Hatırladığım bir dolu şey varken yine hikâyenin en sonundan başlıyorum. İnattım hani, çok kızardın bu yanıma. Hala inadımdan, bütün hikâyeleri sonundan anlatıyorum. Bilmiyorum belki de böyle, daha iyi anlatıyorum.

O zamanlar çok gençtik ikimizde. Senin kömür karası saçların düşük kaşların ve ışık saçan kara gözlerin vardı. Benimse o zamanlar senden başka hiçbir şeyim yoktu. Adil değildi bu kadar fukaralık biliyordum. Küçücüktüm, sense bir dağ kadar büyüktün yanımda. Sımsıkı tutardın ellerimi avuçlarında. Bir tanıdığın takılmıştı sana o zamanlar, o meyhanede karşımızda duran adamdı belki de. “Aman sıkı tut kaçmasın” deyivermişti. Utanmıştım. Bilmem, belki sende utanmıştın. Başımı yerden kaldıramamıştım. Ama sanıyorum o zamanlar bu kadar severken daha beter bir utangaçlığı yanımızda taşıyorduk.

Yolda çok üşüdüğümü görünce, sırtından çıkarıp kazağını vermiştin bana. Isınmıştım sen üşürken. Canım yanmıştı ama. Isınmak hiç bu kadar acıtmamıştı. Hayatımda itiraz etme hakkımı teslim ettiğim tek insandın sen. O gün bugündür bir kazak borçluyum sana, evet. Ama aslında bana borçlu olduğun öyle şeyler varki içimi yakan. Ben o kazağı ödemekte hiç zorlanmayacak olsamda, senin bana borçlu kaldığın, bedeli ödenmemiş bir hesabın hep var olacak. Helallik verip kapattığım bir hesap içimde acıta acıta baki kalacak.

Haremde otobüse bindirip geri gönderecektin o gün beni. İstanbul üzgündü. Sen belli etmiyordun hiçbir şeyi, sen belli etmeyince bende belli edemiyor ve susuyordum. İçime akıyordu İstanbul’un gözyaşları. Kızıyordum bir yandan da içimden. Bir öfke büyütüyordum sanki yeni bir kara tohumla. Bunca yolu seni görmek için gelmiş olmaktan fazlasını taşıyordum içimde. İyi hatırlamıyorum. Ama eğer o günlerde de bu kadar rahat anlatabiliyor olsaydım sana sadece şunu söylemek isterdim:

“Sana geldim, senden gönderme beni.”

İstanbul... Bir geç zamanda bahtım kadar kara bulduğum bir şehre yolcu etti beni. Arkamda bir dağ bıraktım, yitik zamanlarımın başlangıcı olan bir zamanın, tozlu sayfalarında bıraktım kendimi. Hatırlamak acıtıyor bazen, unutamamaksa hırsını çıkarıyor kalbimden.

KISKANÇLIK



Hani uzağında kalıyorum ya iş güç derdiyle
Özlüyorum sade kahvemin köpüğü
Telven çöküyor omuzlarıma
Gözlerim bir fincanın kulbunda
Ters yüz olmuş tabağın
Falında ismimin baş harfini saklıyorum

Hani sensiz gidemiyorum ya gideceğim yerlere
Daha fazla hasretine dayanamadığımdan
Canımı fena halde acıtıyor yalnızlığın
Paçalarıma kederin dolanıyor
Terk gibi bir acı yakama yapışıyor

Hani yürüyorsun ya Ankara sokaklarında
Benli bensiz ne olursa olsun a canım
Bir göz düşse tülbentinden saçına
Yahut değse kirpiklerine
Yabancı bir bakış
Titremeye başlarım

Kıskançlık kuşatmaya alır dağ gibi gövdemle gölgemi
Bir keskin bıçak olup avuçlarımı kanatır

Kıskançlık…

En çok yıldığım o duygu
Yüreğimin kapakçıklarından içime akar
Canım yanar a canım
Gülüşünle güvercinler konar
Kanayan avuçlarıma
HANİ VARDIR YA BİR ZAMAN GELİR HAYAT DURUR SANKİ.

GELİP GEÇENLERİN HIZLI ADIMLARI YÜREĞİNDE AYAK İZLERİNİ BIRAKIR.

NEFESİN KESİLİR, SOLUK ALAMAMAK AKL-I SELİMİNİ ELİNDEN ALIR

KAYIP EDERSİN KENDİNİ. BİR HÜKÜMSÜZ İLAMI KADAR CANIN KALIR.

24 Kasım 2007 Cumartesi

YAN AĞLA DÖN AĞLA




Bir ihtilal okunur gönülsüz kalan gönlümde
Senden kalan eski zaman ağıtı dilimde
Sorarlar bu kılığa bu türkü neyine
Bir türküye, bir de aşka kılık biçemem
Sarıp sarmalarım belenirim üzerine
Zemheri vursa ayaz düşürmem gölgene

Yürüyüp gideceğimiz bir yolun başında
Kırlangıçlar gibi ilk fırtınada kırıldık
Benim sana kaçıp gelecek kadar
Senin beni bulacak kadar
Cesareti, bulur buluşturur çalardık
Bir denize kavuşturmayacak kader
Yolunun üzerinden yol açardı ayaklarıma
Sararan yüzümdeki hüzün neye yarar
Yere dökülen ayva sarı nar kırmızı yar

Soruyorlar niye mısrana sıkışmış bir hüzün var
Ver cevabını şimdi, madem ki gün doğumun
Ben bir tek bu cümleyi kuramıyorum

“Z ü l f i k a r’la bilediler beni”

Çift tarafı keskin kılıçtık iki deli
Hey gidi koca öküzün boynuzundaki
“ama”sı başına çalınası koca dünya
“Keşke”lerin dolsun kendi koynuna
Yan ağla dön ağla bundan sonra

23 Kasım 2007 Cuma

MERHABA

Ne kadar oldu birkaç asır falan mı
Bu şehirden gitmeme çeyrek kala
Aramıştım seni son defa
Sahi seninle neden ayrılmıştık
Armudun sapı, üzümün çöpü…

Gülümsedim evet
Gülümsetmediler ben gülümsemeyi seçtim
Hayata dair bulduklarım, bırakıp gittiklerimden
Çok daha güzel ve kıymetliydi
İyi ki dediğim çok günler oldu
İyi ki…
Keşke değildi cümlelerimin başında ki
Keşke dememeyi öğrendim ilkin
Hatırlıyorum demek zor
Ben hiç bir şeyi unutmadım
İki genç kız hatırlıyorum
Biri diğerine inat biraz yaramaz
Son telefonda nasıl olduğunu sormuştum
Ne hali varsa görsün mü demiştin ne
Hiç beğenmemiştim bu cevabı
Karındaşa edilecek laf gibi gelmemişti
Nedensiz değildi senden gidişim yani…

Bir güz zamanıydı…
Yerlerden İstanbul…
Harem taraflarındaydık…
Yağmur başlamıştı…
Başımızda büfeden aldığımız boş torbalar…

Merhaba…

YUVA

Aaa abla gelmiş, hoş geldin abla
N’olur beni seç abla beni beğen ben gezdireyim sana yuvamızı
Bak bu geniş kapı sadece siz geldiğinizde açılır abla
Biz yandaki daha küçük kapıyı kullanıyoruz
İlk gelenler hep bu büyük kapıdan girerler abla
Beni ilk getirdiklerinde bu kapıdan girmiştim bende
Yukarıya çıkan merdivenler yataklarımızın olduğu yere çıkıyor
Görmek ister misin abla…


Tozundan görünmeyen halı kaplı basamakları çıktık
Yanımda yürüyordu küçük kız kaderine yürür gibiydi
İçime yürüdü, acıma hissini kaybeden kader
Bir yuvada postal sesi gibi içime işledi, sade bir keder

Burası benim yatağım abla bu da dolabım
Arkadaşımın benden daha güzel kıyafetleri
Olsun zaten ben onu hiç sevmiyorum pis o abla
Geçen öğretmen kızdı zaten ona şunda da bit buldu
Sopa yedi öğretmenden hep bitli ki o
Ben her gün yatağımı kendim topluyorum abla
Yemek yemedim bugün abla yemiycem memede küstüm
Memed bana küfretti abla itekledim onu salıncaktan diye
Ama o da beni bindirmedi salıncağa abla


Bakışları allak bullaktı konuşmaları ondan beter
Daldan budaktan ne kadar konu varsa sanma ki biter
Yanıyor iç yangını diline veriyor acısını cıs konular var
Kalanı hepsi uluorta ayan beyan dilinde pelesenk olmuş
Derslerine bakıyorum iki dakika, okumak istemiyor
Yazmaya hiç niyeti yok, belli ki derslere verememiş kendini
Geride belki de yaşıtlarından, oğlumun aynı yaşta oysa
Sinirli bir hal çöküyor üzerine canı acıyor besbelli
Üstelemiyorum…
Bugün, “ali top at” yazsa yeter
Yarın… Yarın yok ki bu yuvada… Varsa da…
Haberi olmaz, bu çocuklarında kalbe ihtiyacı olduğundan
Akşama kadar kâh oyun, kâh sohbet, azıcık ders
Biraz olsun dağılıyor yalnızlık
Biraz olsun mutluluk öpüyor yanaklarından

Nasıl banyo ediyorsunuz diye soruyorum
“banyomuz var abla bizim
öğretmen çağırıyor bizi anneler geliyorlar
utanıyorum abla bazen, hepimiz bir giriyoruz
banyomuz biraz da soğuk abla ellerimizi tutuyoruz
ellerimiz üşümüyor abla”

Gerisinin hesabını ben yapıyorum zaten

Akşam güneşi vuruyor yüzlerimize
Gitme zamanı geldi çoktan…
Bu yuvada akşamları nasıl geçer ki
Hani mutsuz evliliklerin olduğu evler
Gitmek istemeyen ayaklar geliyor aklıma
Yine akşam diyenlerin sesi
Tutunuyor eşarbımın uçlarına
Sıcacık evlerinde soğuk yüzler beliriyor
Bir tarafım har bir tarafım kor oluyor kızın bakışlarında

Gidiyor musun abla… yine gelecek misin.
Abla elini tutabilir miyim bir defa.
Hani saçımı okşadın ya canım çekti abla.
Bir defacık tutayım abla.


Sarılmak demek sarsılmak demek bu yuvada
Sarılmaya gücüm kalmadı oysa.

Abla yeniden gelirsin değil mi.
Biliyor musun abla bu kapı çok geniş.
Keşke bu kadar büyük olmasaydı.
Öyle çok gelen oluyor ki…
Belki de kapı bu kadar büyük olmasa…
Abla bişey söylesem…

Suskunluk çöküyor… gözlerini toprağa dikiyor…



Abla sana anne diye bilir miyim…


Ölümün öldürüldüğü bir akşama doğru
Son bir yürüyüş benimki gayrı…

YOL

Düşüne taşına al kararlarını diyorsun
Düşünürken taşınma hayallerim düşmesin diye
Suya uzak sebeplerden kaçıyorum ben
Belki de bu nedenle gizli gizli kuruyorum
Yalnızlığımla yaşayacağım kulübemi
Kendime bile haber vermeden

Korkmuyor musun
Korku, korkmaz mıyım senden
Ama ecele çaresi yok dendiğinden beri
Birde perili evimizin karanlık üst katına
Kendim çıkmayı öğrendiğimden midir bilmem
O kadar da umurumda değilsin
Ne yalan söyleyeyim

Şimdi görünmez kumaştan görünmez iğneyle
Bir uzak yol dikiyorum kendime
Rengi ak ellerimden akıyor
Dilimde en temiz türkü
Ufkuma koyduğum
Doğan güneşime bakıyorum
Seviyorum kendimi
Gitmeliyim…

Vardığımda çit çevrilmeli bahçeme
Beyaz badanalı olmalı o tekçe katım
Kapısı açılıp kapanırken zorlanmalı
Pencereleri güne açılmalı
Perdeleri güllü basma ellerimde
Sergende yetecek kadar tabak çanak
Birazda gelip gidenle gül şerbetlik bardak
Kendi evimdeyim…

Gün başlarken yem atmalıyım tavuklarıma
Küçük kız zamanlarım gelmeli bakışlarıma
Kedilerim paçalarıma dolanmalı çapkın yapışkan
Gidip bağlı oldukları yerde köpeklerimi öpmeliyim
Sarmaş dolaş olmalıyım ağaçlarımla
Bahçedeki birkaç domates fidem
Ürün vermeli daha ilk senemde
Kahvaltı soframı bahçeme kurmalı bir seher
Taze süt kaynatmalıyım içine has bal
Peynir komşumdan zeytin dalından salamura
Önceleri gün bitmez gibi gelmeli burada
Sonra koşuşturmacalı zamanlar
Yetişmeye bir güzel hayata
Yetişmeliyim…

22 Kasım 2007 Perşembe

KARGANIN ŞANSI



Hani her mısraya rengin yerleşiyor ya
Kokun siniyor ya dudaklara
İmreniyorum elin bağındaki koruklara
Karganın şansına imreniyorum
Dahası var mı
Yokluğunda deliriyorum

Dudakların diyorsun
Kıskanç bir hal
Yapışıyor temiz niyetime
Ya görmeyi bilen gözlerim
Seyrinde büyürken bebekleri
Başka yere çevirmiyorum

Her cümlen bir kapıyı daha açıyor
Ardına kadar
Dudaklarım sızlıyor yokluğunda
İşlerini yap yar
Değil mi ki öylede hasret böylede hasret
Ne zamanki üzerime serilir sen rengi bir gece
O gün kavuşurum nefesime
Tenim senin, soluğum sen
Hayat, çizdiğin resim, kara kalem
Sende karalanıyorum

Sus pus zamane bir dert
Boğaza takılıyor ağlayamıyorum

UZAĞINDA



Geleyim diyorsam niyet koymuşum besbelli
Tadını almadan baharın yürümem gerisin geriye
Bahar olsun har olsun da sen olsun yeter ki
Baharat tadına razıyım Frenk biber olsun
Kavrulmadan dönmem senden uzak bir yere

Hani yürüyüp gidiyorsun ya incecik bedeninle
Taş değse ki değer biliyorum yaş iner gözlerime
Bu keder yakışmaz derler böyle gönlü güzele
Keder yakıştırır inadına kendini gülen yüzüme
Yanar dönerim hane denen senden uzak yere

Yürüyüp gidesim geliyor uzağında uzağına
Hasret bile hasret kalsın yalnızlık ağlasın
Duvarlar birbirlerine baka baka kararsın
Hem kim bilir vazgeçer belki bir bakarsın
Vuslat denen çılgın gitmez artık uzak yere

21 Kasım 2007 Çarşamba

ŞIMARIK RÜYA



Şımarık bir rüyaya dalasım var
Uyusam da yürüsem senli bir hayale
Büyütsen böyle her güne gözlerinde
Çıt kırılsam bende herkes gibi
Bu kadar güçlü olmayıversem bir günde

Aşkına aldansam mesela
Sahici sansam yangınlarında
Attığın onca sevda kumuyla
Ateşimde bir çeşmi bülbül rengi
Açtırsam uluorta…
Bir gülüş peyda olsa dudaklarında
Kıvrımlarında kıvrılıp kalsam

Bir kar düşse ağustos ortasında
Ahir şer olduğuna şahitlik etse bulutlar
Bilen bir tek ben olsam ki varsın
Bana yolladığın ferahlığında
Yol bulsam yazgılarıma…

YAKIŞAN ÖLÜM




Bir yalanın kıyısındaki küreksiz sandal
Güneş vursa aslı gizli kalır
Mehtabı çaresiz
Yakamozun feri yok
Çığlık çığlığa girdabın orta yeri

Ne kadar cam kırığı varsa tutam tutam
Yolduğum ak saçıma karışır avucumda
Kırık bir gitarın kalan bam teli
Gözlerimden indiriyor perdeleri

Bir sen…
Hala inanılmak için beklenilen
Tek bir sahici söz
Buluşsa gözlerindeki manayla
Vaz geçmek farz olur hayatın alayıyla

Bir söyleten ud takılır rüzgârıma
Dert çalar hasret dinletir
Çoban kavalında bir dağın başında
Yere düşen bakışlarımı inletir

Ellerimden daha soğuk değil dağın ayazı
Yahut gönlümden daha çok yanmaz gün zamanı
Yarsız zamanlarında ölüm
Bir uykuya hiç bu kadar yakışmaz…

ELÇİLİKLER SOKAĞI


Bir sokağın inen merdivenlerinden
Yürüyorum teker teker usulca
Karşımda bir kadın, saçları su dalgalı
Çıkıyor yorulmuş yüzü güleç, güzel
Siyah dalgalar akıyor beyaz omuzlarında
Gülüyor seslenirken önde koşan çocuğa
Belli ki ecnebi
Dilinden, zil çalan eteğinden belli
Bu bizim Endülüs’ün o incecik belli
Yanık tenli cilvebaz kadını
Ankara’nın bu tarafı, elçilikler sokağı

Dün sana gelecekken hava güneşti
Bugün bana gelecekken yağmur beklerim yağmaz
Ankara burası ne yapacağı belli olmaz

Seyrettim gelip geçeni, sokağı bekleyen banktan
Vakit doldurdu gözlerimi, ay bıktı parlamaktan
Üzerimdeydi gözü, inmeseydi buluttan perdesi
Yakalardı bir hicazkâr peşrev rüzgârlı nefesi

Gelmeyecektin, gelmedin
Bu saat, evinden yana bir sokağa
Ayırıyor yollarımı, Maltepe uzakta
Ankara burası… Ahh…
Ne zaman dükkân kapatır hiç belli olmaz…

VİRGÜL




Şimdi sen bana seni seviyorum diyorsun ya
İşte tam da seviyorum kısmında gözlerim yanıyor
Bir türlü göremiyorum gülen gözlerini
İnancım o dakika sarsılıyor kendime
Nutkum tutuluyor bir deli bakışla
Titreyip çıldırtıyorum mısralarımı

Hani bana seni seviyorum diyorsun ya
Bahçemde yaprağını döken kayısı bile şenleniyor
Güzüm gülüyor inadına kış saklanıyor
Dışkapı kapanıyor bir bahar artığında
Tutuşuyor kurumuş kanadın kırık dallarımda

Hani elini uzatıyorsun ya her sabahın dokuzunda
Fırın ateşi üzerinde saklı bir somun sıcağıyla
Doğuyor üşümeye alışık gözyaşlarım çukurlarında
Sarılıyorsun ya öyle acıtmadan ama ürken bakışla
Koyup gitme korkularım yanıyor ocak ayazında

Üç nokta koyardım ya hani her şiirin bir mısraına
Bir virgül saklamıştım sevdiğine inanacağım bir adama
Tüm noktaları bıraktım yalancı baharlara
Virgüllü bir geç zaman kavşağında
Sarıldım turuncu güz yangınına

20 Kasım 2007 Salı

YETİM




Maviye boyayın tüm pencereleri
Üzerine giydirin gelin tüllerini
Ardında bir cennet beklesin
Sancıyla dünyaya ağlayan bebeği
Bir analığın ak sütü helal edilsin
Anası “ama öldü”lere karışan yetimime

Kokusunu aramasın loğusa şerbetinde
Gül şurubu bir dünyaya diken niyeti
Mis koksun süt koksun bebeğim
Canımdan alınıp serçe canına konsun
Bir paçalı güvercinin takla edişleri

Baba verin yetimime bayram zamanı
Bir el öpesi hakkı bulunsun
Bir kardeş çığlığında
Yetimliğini unutsun…

İLLE NAR




Kırmızı toprağın üvey narı
Kabuğunun altında sarı
Çürümeye meyilli
Birikmiş gözyaşı damlaları
Bir taşa vur şöyle azıcık sivri
Dökülür içinde saklı inci taneleri

Sen de ki yirmi ya var ya yok
Bilemedin yirmisekiz olsa olsa
On yılı kayıp beşi hediye
Uzundur yanık içindeki deliye

Bilmem neyledi de viran etti dünyayı
Kendi gülmedi güldürdü arşı alayı
Bir can sakladı yerin dibine kuru ayaz zamanı
Toprağı bulaştı paçasına, ayyaştı

Çocuk halinde diline verdiler tarçınlı baharı
O gün bildi bahar bir hardı
Yangın dediğin ateşse bile
Aslı içinde büyüttüğü sade bir nar’dı...

SOFRA

Fukara bir taraf var sol yanımda
Omuzları düşer durduk yere
Başı düşer gözünün yaşı düşer
Ezilir öyle olur olmaz zamanlarda
Öperim kahve kokulu gözlerinden
Bir merhametin peşine düşer ellerimde
Ümidi tazelenir yürür
Üşenmez sevmelerinde
Damlalar öperek tutar avucunu
Kitap aralarında kurutur yabanları
Hayali bir hayat kurar saltanattan uzak
Bir balık bir roka bir de…
seriverir yer sofrasını gök kubbenin önüne…

19 Kasım 2007 Pazartesi

BEYAN

Hali pürmelalimizin beyanıdır:
Yanıyoruz

Bu günden tezi yok kazaklarla
Bluzlar aynı zamanda dursun
Dolaplarda
Zira ne zaman donulacağı
Ne zaman ateş basacağı
Belli olmuyor bir saatten sonra

YAĞMUR

İkibinin yedisi çıkmak üzere
Mevsim kışa hevesli
Omuzlarım sana
Tenim teninle aynı renk
Karışsa da rengi solmuyor

Kasım kasılıyor içimizde
Kasıklarımda ince bir sızı
Günlerden onsekizlik ter-ü taze
Olmasa ne gam ay hilal
Kaşlarımda senli bir yay
Sadağını boşaltıyor bakışların

Günler soğuk geçiyor bu günlerde
İnadına yağmur küsmüş
Yağmıyor ki yağasın üzerime...

DUMAN


Dumanlı gözlerinin seyrindeyim
İçime dolan dumanın şekillerinde
Yeniden bir sen resmediyorum
Boyası kokundan seher vaktinde
Tütsüler yakıyorum her mabede
Öpüyorum avuçlarımı ellerin diye
Sen görünmüyorsun dünya üzerinde
Herkesin bulduğu, benim bilmediğim
O gizli mabedinde
Son duanla yeşil seccadende…

18 Kasım 2007 Pazar

ÇİĞDEM

Keskin bir kayaya çiğdem nasıl yakışırsa
Öyle yakışığıyım bu hikâyenin
Neresinden başlasan, başka bir olmaz
Besmelem bile lüzumsuz
Bıraktım rüzgâr söksün artık
Küsüm ayak bağı köklerime

Çiğ düşmüş yaprağına çiğdemin
Özüne karışmış mahcup sarı benzi
Neresinden tutunsa hayata kar boran
Soğuğa inat gülümseyen
Bırakmış ince belini rüzgâra
Gel de küsme şimdi cancağızım
Gel de küsme seni ısıtmadan yanan güneşe

17 Kasım 2007 Cumartesi

YARAMAZLIK


Nicedir düşlerim eflatun gecelik
Serilir yanarak ipek bedenime
Hilal çizer kaşlarıyla içine atar
Parlayıp sönen artık yıldızları
Uzanıp tutulur beyaz tenime
Öpüşüyle tutuşur yakamozları

Nicedir kadındır mor salkımlar
Şarabı sunulur dudaklarından
Doymadan keyfe keder demlenirim
Gülünün lekesi kanatır ellerimi
Sürek avı başlatır gözlerin
Gidişiyle unutturur yaramazlığımı

Nicedir beklenir bir nar şarkısı
dallarında kiraz hava kuru ayaz...

AKIN

Kar yanığı yanakların gözlerinde ışık
Belenmiş gelmişsin pamuk tarlası
Soğultmuş çocukluk heyacanlarını
Akın’ı olmuşsun yazdığım mısranın
Ata toprağımın masum bebek topağı

Kara batmış çıkmış çocuk ayakları
Islanıp döndüğün yaşlı ana kucağı
Öptüğüm uyuşmuş elleri karıncalı
Yanıyor annem günahsız bakışların
Ata toprağımın masum yiğit topağı

Gün beyaz kar beyaz bebek masum
Elleri eldivensiz yangından habersiz
Az oynayıp dönecek annesi dünyaya
Önce donacak sonra yanacak hayatta
Bakıp kalakalacak gayya kuyusunda

Bir toz değecek büyüyen paçalarına
Bir nazar düşecek güleç gözlerine
Ateşi aşkı yıkacak analık yanlarımı
Duama sarılacağım yetiş Allah’ım
Ata toprağımın Akın’cı bey oğluna

TAKLACI GÜVERCİNLERİM

Uzattığım ne kadar elim varsa
Tuttuğum da tutunduğumda benim
Şafak atsa başıma düşer ağlama
Hilal “zamanım” dese nefesten kesilirim
Uzağımda yaşar dost dediğim ellerim

Baktığım her bahar, kış saklar ardında
Yağmur yağış fırtınayı ben bilirim
Şimşek düşse boşa gider ağlama
Hayat “geçici mühlet” der sevinirim
Uzağımda ölür taklacı güvercinlerim

16 Kasım 2007 Cuma

KARABİBER

Karabiber yanığı yüreğimin bir yanı
Bir yanım çingene pembe yaprak yaprak
Bir yanım iğne oyası can yangısı
Acısına yangınlığım dilimin yarası
Aylardan ocak...
Burası ellerin kadar sıcak

Çamursuz kış, baharat yanığı Foça
Dalların konuyor dudaklarıma

Bir sen yoksun elimde avucumda
Meteliksiz kuru bir dal sevda sokağım
Yürüyorum ateş saçan yollarında
Aylardan ocak...
Buralar beni hiç anlamayacak

Çamursuz kış
Baharat kokulu Foça...

KADIN


Bir ölü toprağı üzerimdeki yokluğun
Her gün sonu geceye gömdüğün
Ve gün zamanı ayçiçekler gibi büyüttüğüm
Ne vakit aşk gelip konsa cevizin dalına
Kış bastırır kanatlarıma, düşer ölürüm
Bembeyaz teninin karlı uykularında

Bir yudum kutsal su senli zaman
Hasret kolumda, yokluğun boynumda
Tırnaklarını derime batırır her yalan
Ne vakit bir düş görsem yaz sıcağında
İsli hazin bir son takılır dallara
Akıncılar nefeslenir ak bulutlarında

Bir fırtınanın son sesi bu uğultu
Mezarlık farelerinin çığlıkları yağıyor
Duymak istemediğim ne kadar acı varsa
Bir boşluk bulup gecenin içinden akıyor
Ne vakit bir ağaç vazgeçse yaşamaktan
Tüm kuşlar başındaki fatihaya uçuyor

Kadın… nar ağaçlarım adını fısıldıyor
Kiraz bahçelerinin saltanatından
Vazgeçip geliver kuruyan yanlarıma
Ak artık umudunu kaybeden köklerime
Ne vakit bir hayat istesem Tanrı’dan
Bir tandır aşk sunuyor en hasından...

14 Kasım 2007 Çarşamba

SOYSUZ

Bin keder sunağı buldum yüz dağın eteğinde
Bulandım biriktim yazgım diye sana terimde
Umursuzdun umrumu doğradım aş ettim
Köpeklere leş diye verdim kınalı ellerimle

Şimdi söyle bana neyleyim köşkünün gülünü
Vurup indirmez miyim düş gördüğüm günü
Kaderi de kederi de dizmez miyim sabaha
Diriltmez miyim içimde büyüttüğün ölüyü

Sus güvercin ölüsü kanatlarını yoldurtma
Varsa bir telaşen kurtulmaya yol bulama
Umman gören gözlerinde serap büyüsün
Söktüğün tırnaklarımla yapışacağım yakana

Nefes bir anlık hayat, uyku yarı ölüm
Tuzunda yaralarım dağlanırdı kara gülüm
Akmescidin önünde dikilen teneşir taşın
Ölmeden öleceğin gün senin asıl düğünün

Bir bayrak düştü bir hilal battı soyadınla
Yekpare kâinat yıkıldı kancık alçaklığınla
Sövgüye değer yüzünde alkış tutanla
Sopsuz köksüz uydurduğun yalanlarında

Çektir git diyen olmadı mı cehennemi odun
Sıyrıldığın onca talan bir dolu sahte oyun
Kirlettiğini sandığın ruhunun cinnet azabı
Bu mendeburu arş ateşinin dibine vurun

Kim soysuza kız vere kimi de zenginlik bile
Görmedim diyen, yalancının oyunlarına gele
Yük taşımaksa insanlık, eşeğin oğlu insandır
Şahidi değildim diyene nasıl demem her gele…

KIZIL GÜNEŞ


Kızıl bir güneş yahut bayraktı saçların
Perçemin gözlerinin suyunda yıkanan
Toprağımın kınası boyanırdı bakışlarıma
Tut desem dokunmazdın sol boşluğuma

Umut dediğin dibi tutmuş bir kap aş
Kavrulan bir hayat sunakta yıkanmış
Çevrilip duran bir yeni tezgah bu düzen
Dönüp duran başımdaki ağrılı kazan

Dağ umrum değil, deniz gözümde yok
Kızıl saçların avuçlarıma dökülmüyor
İş miş güç müş ya hayat neye yarar
Uyuduğun mahalden ses duyulmuyor

Okumak kesmiyor nefesimi sesinde
Aşk koymuyor ihtilal ihtimal hesabın
Bir çığ kopuyor görmediğin zirvelerde
Başlamadan soluğumu kesiyor yolların...

13 Kasım 2007 Salı

AĞLAYAN GÜN SOKAĞI





ağlayan gün sokağımdayım
kapı numaramı bilmem, zili sevmem
açan olur mu, geldiğimi kalbinde görüp
bir kapı önünden yalnız gidiyorum

takvimlerimin sayfaları dökülmüş
saatimin rakamları isli bir zamanda
yelkovanla akrebi olduğu yere çakılmış
vakit geçerken, sessizce ağlıyorum

ağlayan gün sokağımdayım
yine yollarım çamur sırtımda yaşlı kambur
yürüyorum bitimsiz bir zamana
gün yüzümde ki acıda gülümsüyorum

ağlayan gün sokağımdayım
parke taşlarımdan fışkırıyor yağmur
bastığım her taş üzerime sıçrıyor
yürüdüğüm yol sensiz, biliyorsun

sokağımdaydım, gün ağlıyordu
yine seni bekliyordum söylemek için
ezilmek ağırıma gitmiyordu tarafından
sevdiğime inanmıyordun o koyuyordu

12 Kasım 2007 Pazartesi

HESAP



Koparıp al yaprağından yeşili
Bulutları koy göğsümün çatına
İçimde unutulmuş ne kadar acılı
Ala vurgun çile bülbülü varsa
Sustur ne olur turuncu bir akşamda

Ezanları okunmaz yollara düşmedim
Gündüz düşlerinde geçen zamana
Ermenin derdiyle ardıma bakmadım
Kuşku bırakmadım kuşluk kanatlara
Tek bir damla bile gözyaşı akıtmadım

Hep bir toprak doldu mısralarıma
Birkaç ipini koparan ay artığı yıldız
Birkaç siyah kuğu bir de kuru sevda
Kuru kuru kurbanın olduğum dünya
Sırtı açıkta kalan dik başlı dağlarım

Kanlı bir gömlek gibi atın beni dereye
Gelip geçen kederlerin suyunu çıkarın
Ağzı açılmadan boğulsun da bıraksın
Şu bir araya gelmeyen iki yakamı
Rahat bırakın Hacı Bekir’in yakasını…

SANDALCI



Kaygısızca çekiyor sandalın küreklerini
Uzayan bir hayat şu suyun yolu oldu bitti
Karaya hasrette kazandığı rızkı
Yarasına bastığı tuz,
Alnındaki derin çizgide saklı

Gün yağarken çıkılan sefer
gittiğinde bitmez…
Yıldızların peşinde bulur gelir yatacağı toprağı
Uykunda da çeker misin küreği
Zira ne vakit denize girsem
Unutmam uykumda attığım kulaçları
Unutur musun bıraktığın yerde
Kendi kollarındaki martı kanatlarını

Sevsin denizin kızı nasırlarını
Parlak yıldız gibi dökülsün pulları
Günlerden bir gün bir yıldız göz kırpsın
Dolsun içine denizin tuzlu kanı
Sahiplensin seni güzel peri kızları...

Kalp Masajı

Yüzyıldır süren bir hayatın kürek mahkumuydu. Tek işi boşa kürek çekmek. Küreğin diğeri olmadan varılabilecek yegane yer başlanılan noktayken çekmenin bir tek anlamı vardır, antrenman.

Vakit bazen geçip gitmeyi bilemez. Bir saatten sonra bezdirir beklemek. Vazgeçiverdiğinizde ise gözlerinizi açtığınız o son anda ne çok vakit geçmiş deyişinize gülün bundan sonra. İnsan oğlu fıtrat itibariyle hep şikâyet etmeye mecburdur belki de.

Gelip giden birbirinden saçma onca günü verimli hale getirmenin bin yolunu bilirdi. İçini güldüremese de dışında güleç bir ifadesi hep hazır bir yemek gibi saklanırdı dudaklarının kıvrımlarında. Çatık kaşlarıyla gülebilen az insandan biriydi, gülüşü yüzüne yakışan.

Uzun zaman olmuştu “gönülsüzüm” diyeli. Ümit ekip biçenleri seyretmek yetiyordu yalnızca. Son hasatı da kuruyunca vazgeçmişti ve darı ekiyordu artık kalbinin dibine. Kendi kendine büyüyordu üstelik. Var edilenin, doymak, örtünmek, hayatta kalmaktan başka bir sorumluluğu yoktur diye düşünüyordu. Bu yüzden tenine isabet eden orak darbeli, bıçkı dokunuşlu yaraları çarçabuk iyileşiyordu. Her yarasında Yaradan’ın mucizevî onarımının şahitliğine soyunuyordu. “ Bu da geçti bak, hem de hiç dikiş izi bırakmadan. Hangi yama bu kadar belirsiz eklenebilir?” diyordu kendi kendine.

Bekliyordu sadece. Pek çok uçurum görmüş pek çoğuna da gönüllüce atmıştı kendini. Öldürmeyen Allah gerçekten öldürmüyordu. “Ölümün öldürüldüğü yer burası değil” dediği günleri olmuştu ağlayışlarında. Yoktu ama işte. Gelmiyordu gönül istediğinde.

Bir sabah gün gerçekten aydın’dı nedensizce. Fark edişin bu kadar büyük bir değişimi kırmızı bir kart gibi cebinde taşıdığını kim bilebilirdi. Tam da yeter deyip şahadet getirecekken, bu kalp masajı yeniden hayata sebep olacakmış meğer. Çarpmaya başladığı zamanlarda yaptıklarını hatırlamak gerek o halde. Bir yandan hayata dön, bir yandan hayatta tut ne zor şey şu yaşamak.

Sebebi ve sahibi olmayacağı bir yağmur bekliyor bu aralar. Tam da ona göre bir tatlıcı muhabbeti için. Sıcacık peynirinde bir dilim künefenin belki de yalnızca ucundan yiyecek olsa da tadına asla doyamayacağı bir sohbet takılmıştı aklına.

Yazmak çoğu zaman konuşmaktan daha kolay gelir insana. Oysa sesi olan sohbetlerin kesik, şaşkın, abuk sabuk hallerinde saklı bir güzel yüz, kuvvetle muhtemel görünmeyecek olan bir çift göz çoktan doyuracaktır dinleyicilerini.

Bir yağmur bekliyor bu aralar Ankara. Asırlar öncesinden tadı hatırlanan kallavi bir sohbeti getirsin diyerek. Üzerine şekerli bol köpüklü bir Türk kahvesi, iki güzel fincanda. Gümüş bir tepsinin üzerinde gelmeyecek olması kimin umurunda…

11 Kasım 2007 Pazar

GÖNDERİLMEYECEK MEKTUPLARA DAİR...

Miâdı dolmuş bir mevsimin mizanı başlayacak ve etekleri silkelenecek artık. Zaman, gebe bir kış getirecek. Gömecek, üzerine düşen ne kadar tohum varsa. Saklayacak. Gidenlerin telâşesi geçecek, "kalanlar gitmesin"lerin derdine düşülecek bu mevsim. Zira her hastanın geceyi güne erdirmesi, sevenlerinin ümidini tazeleyecek. Bahara kadar gelmeyen ecel, bir mevsimlik bir hayat hediye edecek.

Mektuplar… Yazılıp yazılıp sahibine gönderilmeyenler. Yazgının yazılıp bozulmasına rıza edilmesi gibi, rıza ettirecek yazanı. Yeni bir mektuba tövbe ettirecek. Görmemek için yumacak gözlerini görülen pencerelere, duyulacak seslerden kaçacak. Üstünkörü, yalan yanlış ve hatta deymeyecek şarkılardan men edecek kendini. Adamakıllı bir suyolu bulacak. Tek tabanca misali, çekecek eski sandalını. Denize ulaştırır mı hiç düşünmeden. Öyle ya çıkılan hangi yol, sabırsız ve akılsız yolcusunu erdirdi gidilmek istenen kıyıya.

Toprak adamı olmak zor gelecek bir zaman. Sudan korkarken suya mecbur olmanın ızdırabı çöreklenecek yüreğine. Bir damlası yetmezken, ummanında nefes alamayıp ölecek. Korkuları arşın azametiyle boy ölçüşecek.

Cesaret, yazılanları göndermek için lazım olmayacak. Zorluğuna razı olup yaşamaya eyvallah çekenin, birkaç mektubu göndermekte sıkıntısı olur mu? Yahut cesaretsizliği mümkün müdür? Hak edilmediğine duyulan şiddetli inançtan başka bir gerekçesi olabilir mi? Mektubu, şiiri, yazıyı yazabilmekte maharet mi tespit edilir. Gülerim böyle zamanlarda. Hayattan anladığım şudur ki, yazmak öyle fazla fazla bir beceriklilik değildir. Yazdıranın eylediği zulmü görürüm mektuplarda. Asıl böylesi zulümleri yapanların mahir oluşlarına alkış tutarım. Ziyadesiyle acı bıraktığından emin olmak keyif sebebidir belki de. Ama evet bazen yazılan yazıların, gönderilmeyen mektupların okunduğuna dair ciddi inancım hâsıl olur. Uzaklık, düşünme anına kadar uzaklıktır yalnızca. Akla düştüğün an, kaybolur iki saatlik geç zamanlara uğurlananlar.

Yine de ve illede sağ avucundan öperek korkularını yenemedikleri yüreklerinin üzerine koysunlar isterim ellerini. Şehadet eder gibi sevgime. Bizi de sevsinler diye sevmemeyi öğreneli uzun yıllar oldu. Biz gönlümüzü durduramadığımızdan sevdik, kendimizce, kendi ahvalimizce. Her kim olursa olsun.

Gidenlere baki selamlarımız vardır. Düz tüten bacalarının haberleri yeter bize. Zira başkaca bir beklentimiz yoktur hayattan.

Hazreti Mevlana’mın sözleri gelir aklıma da toparlarım benliğimi:

"Her şey dünle beraber gitti cancağızım, Artık yeni şeyler söylemek lazım...”

10 Kasım 2007 Cumartesi

MUTLAK

Buruşuk nasırlı ellerinle
Yapış boğazına iki yakanın
Çamurunu yoğur toprağın
Yeniden şekillendir hayatı

Bir tutam mor asalet
Azıcık fazla şeker pembe tad
Denizin tuzlu mavisini
Göğün berrak beyazıyla erit
Bolca aşk kırmızısı
Kadınını bulan bir erkeğin
Yanan sırça kalbinden
Sökerek süz en temizinden

Üç noktalı kederleri uyut
Ölümün kara kıvamını tuttur
Tutuştur günü gecenin tülünde
Böl parçala sonra kıtaları yeniden
Kuruluşuna serptiğin ayrılık
Aykırı bir düşmanlıkla
İnsin gönlünde boy versin
Şeytanlar çengi olsun
Düşerken insanoğlu birbirine
Bir cehennemin yangını
Molotof bir kokteylde
İyi ki doğsun

KUMAR

Kumara başlamak lazım
Bilmeye hacet yok barbut olsun
Aşkı bilip kitabını yazdık da n’oldu
Madem kumarda kaybeden
Aşkı kazanıyor
Aksi neden mümkün olmasın

Değil mi ya hiç değilse paramız olur
Hem elin kalem tutsun
Hem aşkta kaybet
Çok gelir bu kadarı be ahretlik
Kumarda kazanalım bizde
Aman annemin haberi olmasın

8 Kasım 2007 Perşembe

CANINA YANDIĞIM


Bu şehir…
Hiç bu kadar kalmama uğraşmamıştı
Çekip giderdim bir zamanlar
Ardıma bile bakmadan
Öyle böyle gitmeler değildi üstelik
Gittim mi adam gibi
Dönmemecesine
En uzağından bir yer beğenmecesine

Bu şehir…
Hiç bu denli yalnızlığın soğuğunu yüzüme vurmamıştı
Oldubitti terk-i diyardım zaten
Hep bir başına yürüyen
Buna da gönül koymayan
Yalnızlıksa yapayalnız olanından
Dağ başında tek bir çınar gibi
Kurdu kuşu bile uğratmamacasına

Bu şehir…
Hiçbir zaman bırakılmaz hale gelmemişti
Bağlayacak biri olmamış
Bağlanmaya sebep çıkmamış
İsmime yakın kim varsa
Yıkamıştım kalbimden bir seher vakti
Kal diyenimi bırakmamıştım
Tek tabanca deli fişek
Yürüyüp gidecektim uzak gecelerime
Göz yumup uyumamacasına

Bu şehir…
Karasının gözüme bulaştığı
Baktığımda bahtımdan başka renk bulamadığım
Toprağında kara tohum diye beni çatlatan
Kışın yakışığı zemheri ayazı
Anlık kararlarımda gözümü karartan
Beş paralık bir kulubeye satacağım
Canına yandığım Ankara'm...

7 Kasım 2007 Çarşamba

BİR DAHA


BİR DAHA SAAT TAKARSAM
VE VARIRSAM TAM ZAMANINDA GİDECEĞİM YERE
DİKKAT EDERSEM EĞER TARİHLERE
AŞK OLSUN

HANİ DERLER YA AKIL
UYARSAM BİR DAHA SÖZÜNE
DUYARSAM AKLI FAZLA GELENİN SÖZLERİNİ
AŞK OLSUN

OLAN BİTEN NE KADAR
ZAMAN SIÇRAMASI VARSA HAYATTA
BANA MI RASTLAR ARKADAŞ
AŞK OLSUN...

KAİNAT


Çerçeveydi duvardaki pencere
Bahçemi aldı içine
Bir ağaç girdi
Ağaçta bir kuş
Kuşun gözünde sürme
Sürmedeki bakışta ben
Bende akan kan
Kanın zerresinde dünya

Çerçeve içindeydi hâsılı
Ne kadar beşer varsa
Ve ne kadar nebatat
Her birinin hücresinde
Koca bir kâinat...

YANGIN


Yangının orta yerinde çaren çalınmış
Akrep olsan zehrin kurtarır ancak
Ölümü diler mi yaşayan
İstiyorsa gel deyip uzaktan
Kıvılcım sıçramıştır saçlarının dalgasına

Med Cezir’lerle ziyan olan ömrünün
Son dakikaları her dakika
Uzansan tutacaksın besbelli
Uzanmazsın ne anlamı varsa
Bakakalıp öylece imrenirsin akbabaya

Üç nokta dizilir genzine ardı ardına
Ateş çemberini daralttıkça
Tutuşur en narin giysin ellerin
Küsersin seni ısıtamayan hayata
Son bir şans verir gözlerin ağlamaya

Önce eteklerindeki ziller tutuşur
Başlar endülüsün kızıl raksı
Çalarken ruhlar gırnatayı
Boşalır hayatın çivisi çıkmış çarkı
Yığıldığın yerdir kabrin başındır mermer taşı

5 Kasım 2007 Pazartesi

DAHA BETERİ

Boş şişeler dizmişler mısramın üzerine
Hedefteyim, yorgun, kırgın. Vur beni
Çıplak ayaklarım bir gölün gölgesinde
Masum çakıl taşları, yırt sevinçlerimi

Aynı avludan topladım sarı hatıraları
Çağırıp, çekiştirip alın o günlerden beni
Ellerimde hilal kesiği takvim sayfaları
Yüzüme vurun kaybettiğim nergisleri

Gençliğim…Bırak kavuşmayan yakamı
Yar sinemden aşağıya çöz hendesemi
Yolanı, çekeni eksik olmayan saçlarımı
Ya ör şimdi kaderimle ya kes gülüşlerini...

SUNAK

Hızlı soluk alıp verişleriyle
Tükeniyor günün nefesi
Geceyse yolunu uzatıyor
Dağın patikalarında

Zaman
Gelincik tarlalarında serseri bir âşık
Kavruluyor
Bir gün sıcağından
Bir gece ayazına

Bir avazlık çile “beklemek”
Seni beklemekse
Kristal bir kâsenin içinden
Bal şerbeti içmek demek

Gel inat etme şimdi
Paylaşalım gecenin zulmetini
Hasretin birazı da seni vursun
Güneş pencereni tıklatana değin
Perdenin arkasına saklanan
Korkular ulusun

Ara ara kederlenince göz kırp
Pencerende seyrettiğin yüzüne
Buğulanan camda elinin izi
Birde sol yanımdaki gizi
Ayazında bırakma

Uyumayı unutma artık
Varsın herkes yatağında
Sen boş salonun tekli koltuğunda
Yum gözlerini pembe bir rüyaya
Mavi bir bulut örtsün göğsünü
Kırmızı bir aşk güldürsün yüzünü
Ne daha açık ne de daha koyu haliyle
En sevdiğin renk gözlerinden süzülsün

Bir yağmur boşalsın dışarıda habersiz
Kokusu sinsin boynuna
Saçların ağlasın avuçlarıma
Gün yüzünü ağartırken
Yuğ düşlerini
Sevdamın sunağında…

4 Kasım 2007 Pazar

ŞAİRDİ (I)

gölgesinin cebine
gidilecek yerin ismini işledi
asfaltı yıpranmış yüzünde
yürüdü bıkmadan
uzun bir yoldu
üç nokta koydu
şairdi

yol boyu başaklar kaçıştılar
bir gündüz tilkisiydi güneş
usulca saklandı
akşam sefalarının arkasına

bir damacana
taze keder saklıyordu
hazırladığı siyah valizin
arka cebinde
sökülsede düşse diye bekliyordu
kaybolsaydı
tali yolda

sevdiği yol üzerindeydi
üzerine bir aşkın imgesi sinmişti
sarıldı gecenin karanlığına
yumdu gözlerini
uyudu ay soğuğunda
beklendiğinden
emindi

bir ışık gördü rüyasında
doldurdu mısralarını
uykusunda
birikti yol boyu şiire
şairdi...

bir şiir yazmaya yürüdü
bir şiir yol boyu boynundan öptü
başka bir şiir için
yol seviyordu
yolcuydu
şair,
şiir oluyordu…

SONUNCU SON

Hafta sonu
Her şeyin sonu
Hayatın belki de
Senle geçen işkenceli saatlerin
Zamanların sonu

Sen şiirlerimde son diyorum diye
Her defasında kızardın bana
Unutmadım buruşturduğun yüzünü

İşte hafta sonu
İşte her şeyin sonu
Senli hayatın sonu
Senin benim
Yırtılması mümkün olmayan
Bize ait her şeyin sonu

Oysa ben hep üç noktalı sevdim
Şiiri de aşkı da kavgayı da
Bu yüzdendi belki de
Yaşattığın ızdırabın üç noktalı oluşu
Çektiklerimin üç noktası

Gücüm kalmadı gonca
İster aç ister açma bundan sonra
Varsın açtığına başkası şahid olsun
Varsın batsın bu dünya
İnsin gökteki şu sırça kubbe
Yıkılsın artık tepeme

Git zamanı kaçtı çoktan
Ne bir gemi ne bir tren
Yürürüm can yürürüm bugün ki gibi
Yeter ki senle doğmasın artık gün
Bitti gider bu fani
Bu benden okuduğun
Allah bilir ama inşallah sonuncu
SON.

1 Kasım 2007 Perşembe

GİTMEK ZAMANI

Bu mevsimde terki diyar eder
hastalıktan yorgun bedenler
kırık ümitler bu mevsimde
vazgeçerler
bu mevsimdir huzuru mahşere
yolculuğun haccı
ya dünyalık ya ukbalık
karar verme zamanları

gitmek zamanı
gittimi gidenler zamanı
geri dönüşsüz karar zamanı

yokluğa gidiş vakti bu mevsim
yoksulluğa, yoksunluğa
sahte mutluluk oyunları zamanı
kahkahalarının arkasına gizlemeli
kendim ettim eh ondan buldum
kederlerine katlan zamanı

“el çek tabip” türküsünün
eski fotoğrafları saklamanın
kendi sesine mecbur olmanın
ruhunun çenesini kapatamayıp
dırdırından boşanamamanın
zamanı

gitmek zamanı
gittimi gidenler zamanı
geri dönüşsüz
karar zamanı…

PENÇE

Baharın son zamanı
Yokuş, yukarıya akıtıyor insanı
Yokuş yormuyor yorgunluk eski hal
Başım, göğsündeki şarkıda dinleniyor
Gözlerimi yumdum soğuk havaya
Bu şehir, bu cadde gönlümde geziyor

Elimi sobeleyen kocaman ellerin
Birinden diğerine bahar biriktiriyor

Yaz güneşinin
Son hareleri gökyüzünde
Ne vakit “son” yazsam şiirlerimde
Ve ne zaman “kader” geçirsem
Mısramın tertemiz suretine
Küstüğün kalemim
Gidecekler listesinde geçirdiğin
Küçücük uzun saçlı ismim
Kalbine yaşattığın korku
İz bırakıyor gömleğimin manşetlerine
Oysa yazgımın imzası
Parmağımdaki altın yüzükte

Sesinle titriyor bam telim
Bir canım bir de solmamış saçım
Korkularına isyanın
“son” pençesindeyim…

KERVANSARAY


Kaç kervan göçtü toprağından
Kaçı geç zamanlarda tutuldu eşkıya’ya
Soyundu kılıcın kınında yoksulluğa

Kervancıbaşı yıktı kıldan ince boynunu
Taş binaların soğuk odalarında
Korkularını yuğup kuruttu

Kaç kervan yol buldu bu toprakta
Kimbilir kaç çınar sayısını tuttu aklında
Dibindeki filizine bıraktı saydığı kervanları
Yeşerip fidan olanın yanında
Önce dallarını
Sonra kurdu kuşu uyuttu

Kaç kervan su umdu
Kavrulan çöle vardığında
Hiç biri uğramadı dolun ay zamanı
Hayatın kör kuyusuna…