25 Kasım 2007 Pazar

Eskilerden


Bir salaş meyhane hatırlıyorum senli zamanlardan. Yerdeki zeminin üzerine atılan talaşlar, galata köprüsünün altında. Yüzüme yüzün düşmüştü. Gitmek olmasa dediğimizi hatırlıyorum, kim bilir belki de yanlış hatırlıyorum. Demişizdir diye düşünüyorum. Ne kadar soğuktu o hüzün mevsimi. Dışarıda yağmur yağıyordu. Üstelik iki taraflı açık cam kapıdan içeriye, İstanbul’un ayazı vuruyordu. Üşüyordum. İyi bilirdin ellerimin hiç ısınmadığını. Ama o günkü titremem hala içimi titretiyor, gözlerimin önüne geldikçe. Birazı soğuktan birazı yokluğundandı. Koca bir dağ gibi oturuyordun yanımda. Kapkara gözlerin yıldızlara inat parlıyordu. İlk o zaman anlamıştım ışığın arkasında saklı duran karanlığı. İki ayrı taburede yan yana oturuyorduk. Koltuğunun altına sığınıyordum arada. Yanımızda biri daha vardı, kim olduğunu bilmiyordum, halâ bilmiyorum. Sen vardın o aralar, dünyanın geri kalanı yalnızca bir teferruattı.

Bir salaş meyhane hatırlıyorum senli bir İstanbul’dan. Hatırladığım bir dolu şey varken yine hikâyenin en sonundan başlıyorum. İnattım hani, çok kızardın bu yanıma. Hala inadımdan, bütün hikâyeleri sonundan anlatıyorum. Bilmiyorum belki de böyle, daha iyi anlatıyorum.

O zamanlar çok gençtik ikimizde. Senin kömür karası saçların düşük kaşların ve ışık saçan kara gözlerin vardı. Benimse o zamanlar senden başka hiçbir şeyim yoktu. Adil değildi bu kadar fukaralık biliyordum. Küçücüktüm, sense bir dağ kadar büyüktün yanımda. Sımsıkı tutardın ellerimi avuçlarında. Bir tanıdığın takılmıştı sana o zamanlar, o meyhanede karşımızda duran adamdı belki de. “Aman sıkı tut kaçmasın” deyivermişti. Utanmıştım. Bilmem, belki sende utanmıştın. Başımı yerden kaldıramamıştım. Ama sanıyorum o zamanlar bu kadar severken daha beter bir utangaçlığı yanımızda taşıyorduk.

Yolda çok üşüdüğümü görünce, sırtından çıkarıp kazağını vermiştin bana. Isınmıştım sen üşürken. Canım yanmıştı ama. Isınmak hiç bu kadar acıtmamıştı. Hayatımda itiraz etme hakkımı teslim ettiğim tek insandın sen. O gün bugündür bir kazak borçluyum sana, evet. Ama aslında bana borçlu olduğun öyle şeyler varki içimi yakan. Ben o kazağı ödemekte hiç zorlanmayacak olsamda, senin bana borçlu kaldığın, bedeli ödenmemiş bir hesabın hep var olacak. Helallik verip kapattığım bir hesap içimde acıta acıta baki kalacak.

Haremde otobüse bindirip geri gönderecektin o gün beni. İstanbul üzgündü. Sen belli etmiyordun hiçbir şeyi, sen belli etmeyince bende belli edemiyor ve susuyordum. İçime akıyordu İstanbul’un gözyaşları. Kızıyordum bir yandan da içimden. Bir öfke büyütüyordum sanki yeni bir kara tohumla. Bunca yolu seni görmek için gelmiş olmaktan fazlasını taşıyordum içimde. İyi hatırlamıyorum. Ama eğer o günlerde de bu kadar rahat anlatabiliyor olsaydım sana sadece şunu söylemek isterdim:

“Sana geldim, senden gönderme beni.”

İstanbul... Bir geç zamanda bahtım kadar kara bulduğum bir şehre yolcu etti beni. Arkamda bir dağ bıraktım, yitik zamanlarımın başlangıcı olan bir zamanın, tozlu sayfalarında bıraktım kendimi. Hatırlamak acıtıyor bazen, unutamamaksa hırsını çıkarıyor kalbimden.

Hiç yorum yok: