31 Ocak 2008 Perşembe

ZAMAN

Akla karayı ayırma zamanı
Aç gözlerini diye tembihledi
Kalanı göçeni ve gözden düşeni
Bilmelisin…
Ayıklayamazsan ayıplanırsın
Zira hayatın bir anlamı
Çözmektir sorgu sıralarını

Cehennemi bir korla yaşarsan
Alışırsın…
Şamara uşaklığı sebepsiz değil
Öğren, alış, piş ve dikil
Sen değilsin zannetsinler
Dizi kanayıp ağlayan o çocuğu
Öldüren korku, geri bırakan duyguyu

Şu martı…
Nasıl bir sapan taşıyla düşmezse
Sen de diklen fırtınaya
Ya da bul bir liman
Kovalayan çocuk olmasın
Hiç değilse adı deliye çıkan
Bir meczup
Git desin buradan

Burası çift bozanların yurdu
Burada mülk sahibi tektir
Alıcısı yoktur âlemin
Kiracıları konargöçerdir
Arada geçerken uğrayanı
Birde kazık çakmaya kalkanı
Çıkar…
Aldırılmaz burada
Karınca adımlar
Yuvasına yürür karanlıkta

Denizi bile taşlama
Ola ki içinin huzuru
Dalgaların arasında
Kaybolur
Döner durur kâinatta
Attığın o taş
Bir gün yol bulur
Gelip senin başını vurur

Kelam edenin adı olmalı
Sanıyorsan ‘san’ lazım
Emanetçidir
"Kalem tutan" adım…
Bir yol yürümeyi
Bir de hatasıyla büyümeyi
Bilen bir fani
Başka ün gerekmez
Yapışırsa, yükünü güdemez…

24 Ocak 2008 Perşembe

MAVİ

Yine akşam çöktü boğazıma
Bilmediğim bu yolda
Gülme…
Her şey garez bana

Ne yusuf’u ne kara kedisi
Kıblemsin
Bekliyorum hilalini
Elimde yeşil seccadem
Gelişinle serilsin

Çıkart aradan elçini
Yüz yüze kalalım
Tadı kaçmış hayatın
Son deminde unutulan
Sensiz tek hatırasıyım

Yekpare yanlarıma tutun
Dokunma kanıma
Kanım tutar
Ah'ım yakar ellerini
Hercai masallarıma aldırma

Sımsıkı sakıl ruhuma
Sana teslim edilsin
Defterim…
Satırlarında salın
Yağ zapt edemediğim mısralarıma…

Ah…Kışın da varmış ya
Eğdiğin kaşının altında
Kalem kıran fırtınası esse
Çözülmem…
Susarım yokluğunun yoksunluğuna
Lâl olur yıldızlar
Mavi Lâle’m küserse…

23 Ocak 2008 Çarşamba

KAYISI AĞACI


Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
Biliyorsun…
Bildiklerini bilmekten, bunca huysuzluğun
Dümen suyuna gitmenin faydası yok
Rotasını yitiren bir yolun
Uyduruk kaydırık
Üzerine yakıştırdığı bu yalnızlık

Hangi kayısının dalına çaput bağlasan
Ağacı kurutur
Duan…
Kabul görmez bundan sonra
İyisi mi yorgun sırtını ver gövdesine
Her şeyi kurutmaya muktedir ellerini daya
Ağlamaktan bitap düşen gözlerine…

A.S.R.A.N.
İSTANBUL YAZILARI/ İSTİKLÂL CADDESİ



Uzun zamandır muradımdı, gizlini saklını dolaşabilmek. Uzun zaman bekletirler hep beni kudret sahibi olanlar. Her ne istesem önce bekletirler bitimsiz zamanlarda. Hep vazgeçtiğim zamanlara, getirip koyarlar önüme altın tepsilerde. Bu sebeple isteyip de verilmemiştir diyebileceğim hiçbir şey yoktur dünyalık. Tüm hazırlıksız oluşuma inat sabrederim verilenin kıymetini bilebilmek için. Yine aynıyla vaki bir lütfun içerisinden geliyorum.

İstanbul… Yollarını sevdim sana gelirken. Her satırını doya doya sakladım içime. Geceye değil güne sakladım sana gelen yolları ve senden döndüğüm zamanları. Akşamın ilk karanlıklarını kaydettim bu defa senli hayallerimin içerisine.

Şenlikli, reklâm arası hayatları görmek için, İstiklal caddesinin koynuna sokuldum, Taksim tarafından. Işıklar, pırıltılar, gülen insanlar, yol kenarlarında durup kemençe çalanlar ve şarkı söyleyenler… Herkes bir başka notanın bacağından tutmuş belki de hayatlarının bir gecesini teslim ediyor geceye. İstiklal caddesi aklı baştan alacak kadar güzel bu gece.

İnsanlar… Yanımızda yürüyenler, hızla yanımızdan geçenler, arkamızdan gelenler. Ve bize doğru yürüyenler, sağa sola bulduğumuz boşluklarından geçip gittiğimiz.

Restore edilen bir binanın dışına kurulan iskelesi altında, kat kat giyinip elini yüzünü giysilerin içerisine gömen biri var. Kadın olduğunu tahmin ettiğim bir evsiz oturup kalmış. Gelip gidenlerin gözlerinde, bir anlık bir görüntü olarak kalıyor. Kimse rahatsız etmiyor, kimseyi rahatsız etmiyor bu yalnızlık ve yoksulluk. Sokağın gürültüsüne, gelip geçenlerine aldırmıyor. Birileri para karşılığı bir gece satın alacak istiklal caddesinin barlarından. O ise, paradan ve dünyadan soyunup, fukaralığı giyinmiş sıkı sıkıya. Soğuktan korunmaktan başka bir derdi yok. Kıpırtısız ve dimdik sırtıyla otururken uyukluyor. Ne gelip geçen insanları umursuyor ne de İstiklalin satılık mutluluklarını. Bir göz kırpımı hayatın, bir göz kırpımlık hırpani evsizinde kim bilir ne çok hikâye birikmiştir.

Caddeyle birleşen dar sokakların her biri, kendine çekmek istiyor geçip gidenleri. "Beni seçin" der gibi, birbirine karışan yüksek volümlü şarkılar birbirine karışıyor. Hava çoktan üşümüş. Malum aylardan ocak, mevsimlerden kış. Ama bir iyilik yapmış İstanbul, bildik kışlar kadar soğuk değil bu gece. Arnavut kaldırımları “kaldırma başını yukarıya” diye inatlaşıyor. Etrafı izlemek müşkül bu caddede. Her an sırasını bozan bir taşın sıra dışı yükselişini fark edemeyip, tökezleyebilir ve hatta düşebilir insan. Hayatın ortasında düşenin dostu yokken, İstiklal Caddesinin gecesinde dost bulması imkânsız olacaktır.

Burası istiklal caddesi, buranın girişinde merhametler, öğrenilen tüm değerler bırakılır. Cesaretle yürünür cadde boyu, var olması mümkün olmayan şaşalı hayatında. Dertler, sıkıntılar, gecenin yollarında bir yerlerde unutulur.

İstiklal Caddesi ziyaretçilerinin yüzleri gülmeye başlıyor, caddenin daha başlarında. İçlerinde sakladıkları çocuklar çıkıyor yaramazlık yapmak için, usul usul. Bu güne kadar yapılmayan her ne varsa hep birlikte dağılıyorlar, gecenin karanlığında. Debdebeli bir hayat başlıyor akşamdan sonra İstiklal Caddesinde. Lale Devrine küfredenler Laleli ışıkların altında yürüyor elbette. Gündüzün ihtilalcileri, sahip oldukları tüm ideolojilerini soyunuyorlar cadde başında. Taksimin bittiği yerde başlıyor İstiklal Caddesi.

Kılıklı kılıksız yüzlerce insan beğendikleri sokakların içlerinde saklı duran barlara sığınıyor birer birer soğuktan. Üst katında türkü dinleyenler alt katında rock barlarda dans edenler… İlle de loş ışıklar. Unutulan kimlikler. Ve kavga etmeyi bıraktığım şeytan, gecenin karanlığını, loş sokakları ve kuytuları sevmeye devam ediyor.

Hiç sevmediğim halde, limon sodalı bir İstiklal Caddesi misafiriyim bu gece. İstiklal Caddesinin merak ettiğim o lale devri ışıklarının altında gülümserken biriken, diğer bir konuğu oluyorum bu kış gecesinde. Soğuk alabildiğine içime işliyor ve ayaklarımın izin verdiği yere kadar yürüyorum, dört turlu sokak aralarında.

İstiklal Caddesi... Lale Devrinden kalan bir debdebeyi hala içinde yaşatıyor. İstanbul'un kalbi bu gecede atmaya devam ediyor.

17 Ocak 2008 Perşembe

YOLA ÇIKANA YORDAM


Kim bu bilmiş, eceli kolay sanan
Ciğerinden çıkarken can
Sanma yerine dolacak nefes
Gitti gider bedbaht ruh
Biter payına düşen zaman

Şehirlerin en bahtiyarına
Sürürler cansız tenini
Sürünürsün kara sürmelerini
Akıtır göz çukuruna rengini

Eğilmeden yürü dağı
Dağdağalı her kelimen
Midende biriktirsin sesini
Ağrı! sancı kendinde! diren!
Ardında bırakacağın sadece
Boşluğun soğuk gülümsemesi

Atmışlar çoktan toprağını
Kalemin tükenmiş, ak sayfan kara
Yazgının başlığı başın artık
Düşecektin zaten şu çukura

Tertemiz ak entarine bulaşmış
Yağmurun çamurun lekesi
Gücenme canımın içi
Hayat sandığın
Bir başparmağın mürekkepli izi
GECE'DE UNUTULAN


Kaybolmuş kelam aramıyor
kaldırımlar yalayıp yutmuş
sokak lambaları şahit
unutulmuş tüm gece yazılarının
hırpani şair kılıklı adamlarından
kavuşmayan yakalarına
sancılı köprüler uyduruyor

aklında kalan son türküyü
tutturuyor kirli sakallarından
“söyleyecem Allah söyleyecem”
nasıl yar diyeceğini bulduğunda
kalanını deli kan çağından çağırıp
uyduğu kadarıyla uygunsuz bir şafağa
içinde sönen eski fırtınayla
bağrınarak savuruyor

kuğulu bir parkın dibinde
iliştirip arta kalan bedenini
sarılıp ısıtmayan
soğuk banka aldırmayıp
nöbetteki kavağa
bursa çakısıyla
bir mısrayı daha
kazıyor

gece soğuturken votkanın harını
teri soğuk içi kavruk
sahipleniyor gecenin kuytusunu
pamuk şeker kar altında
her Allahın yıldız karasında
bir kâbus bulup sarılıyor…

14 Ocak 2008 Pazartesi

ÜŞÜYORUM

şimdi yoksun ya yanımda
üşüten gök bir hırka sarılıyor sırtıma
soyunayım diyorum kışı hırsla
kuşlar getirip asıyor göz göz
uzağımda ki terk edilişleri
kanatlarındaki ayazda kalıyorum
ve durmadan
susuyorum…

titremelerim… yanımda da olsan
mutlaka bana bir yol bulur
biri aşk der öbürü hasret uydurur
bırakmaz yakamı bu üşümeler

turabım tenin ve her mısram senin
hangi adama bu kadar yakışır
"aşkına geldim kadınım" sözlerin
ve kaç kadın hala aşkla titrer
ayaz kuşanan zamanlarda
vakit geç olmuş, gece güç olmuş
kime ne...
benlik değil bu zamanlar
içimde büyüyen tüm filizlerin
ismisin
açılan goncalar sana
dar geçitlerin her birinden yoluna
yollar bulup kılıfına uyduruyorum

senli sensiz üşümelerim
beni hiç umursamıyor
...
sensiz bir akşamın kenarında
öylece titriyorum...
SENDEKİ HALLERİM

Bendeliğin geliyor gözlerimin önüne
aklım sendeliyor
düşüyor kalem önüme
titreyen gönlümden
gönüllü bir poyraz esiyor
acemi kışlarımı yakalıyor başımdaki duman
bacalarımdan giriyor ecelim hak olan
ölüyorum
sönüyorum sensiz
çoğu zaman uzağında
aklımı silkeliyorum

çoğul zamanlar uyduruyorum mısralarımda
ismini vermiyorum sorgularda
tüm Filistin askılarında hatalarım
benim deyip asılıyorum darağaçlarında
kendi tabureme
yine kendi tekmelerimi vuruyorum
ölüyorum
can veriyorum sessiz
çoğu zaman sürgününde
aklımı yitiriyorum

eski bir türkü gelip dilime dolanıyor
eksik çoğu sözleri
kokunla tamam olacağını biliyorum
olmadan olmuyor vardığım yerler
yoksun ya yoksunluğumsun işte
"kadınım" dediğin her seherde
kuşlar gömüyorum
gülüyorum deliliğime
çoğu zaman
saçlarımın tellerinde
asılı duran nazarlarınla
kederi kaderinde öpüyorum...

12 Ocak 2008 Cumartesi

YANAN HALİM


Turabına sürdüm yüzümü
ahvaline tutundum şimalle
kayısının dalına iliştirdim
saçımın ağaran tellerini
telvende yordum senli gaybı
neresinden baksan vuslat
neresine uğrasam kasvetinde
kaybolduğum bir isim
diyorsan bana yadımda kal
çimen bana yar, dağ bana can
mecnun benden bahtiyar

hani çulun çaputun kıymeti
ederimden fazla gelir ya ele
kolumun kanadımın kırığında
ziyasını kaybeden yağlı kandil
sönse bile zamansız gecede
gönlün yetişir yadındaki cevize
açıl şu gözümdeki denize
ummanıma sarıl ki senindir
maviye dönsün martılarının kanadı
gözlerinden yağsın leyla’nın hatırası

desem ki…dökülen her rüzgar
üzerimde aşktan bir leke bırakır
ve yağan her kar üşütmez gönlü
biriken ellerimizi ısıtıp yakar

şimdi zaman vuslatsa
tutun bir yerinden mevsime
rüzgârsa es, güneşse yan a canım
vehimlerini yol kopar seherde…
ÇIKMAZ YOLLAR


Gönül bazen dışındakileri görebiliyor. Hatta uzak olanı bile. Bir bir kalkıyor perdeler sonra. İlk önce korkutuyor sonra alıştırıyor yeni haline. Anlıyorsun ki, göz dediğin kör, gönülse zannettiğinden daha zengin ve asıl onunla görülmeye değer dünya. Çok zaman dünyama “göz yummam” bundan. O kapandığında gördüklerimin kat'iyyen bir sınırı yok. Göz yumuyorum bütün bir hayata ve geçip giden tüm zamana.

**
“Yaz” dedi, “yazdıkça açılacak kaleminin ucu sivrilecek. Acıtacak evet ama anlatılamayan bir şey kalmayacak. Kanayan yüreklerin şifası yine de paslı bir çivi gibi saplanan kelimelerinden gelecek”.

Nedir bir adamı bu kadar emin kılan?

Kurgularında kırılan bir kader çizgisinin sürüklediği eylül yaprakları değil mi geçen zamanlar. Rüzgârın uğultusunda duyulmayan hıçkırıklarımı duymuş bile olamazsın. Boğuktu nefesim çünkü iç çekişlerim derin sarsıntılarımdandı. Yolun her köşe başında ha şimdi ha birazdan diyerek, bırakmadım mı ümitlerimi ölüme. Oysa şimdi gelmiş bana "yazmalısın" diyorsun. "Yalnızca seni görmek için çok zaman açıyorum senli sayfaları" deyişin çınlıyor kulaklarımda, sessiz çığlıklara bürünüp. Büründüğüm dumanlarımı savuruyor gülüşlerin. Gidişlerinin hepsi bir sahte festival. Ardında kalan aşk kırıklarından habersiz gibi yürüyorsun şehrin sokaklarında. Bir başına yürüdüğün ev mesafesi yolun, uzuyor gözünde belki. Yine de ne kadar beklersem bekleyeyim çaldığın kapı, çevirdiğin anahtar seni beklediğim evimin kapısı olmuyor.

“Mor Mürekkep”i okuduğumdan bu yana, hiç bu kadar heves etmemiştim kaleme. Hiç bu denli tutuşmamıştı ucunu yaktığım beyaz sayfalarım. Her biten sayfa, beyaz güvercinler gibi uçuşmaya başlıyor bu aralar.

Denizi görmeyen toprakların kuşu... Beyaz güvercinler. Dönüp duruyorlar penceremden baktığım boşlukta. Onurla, gururla süzülüyorlar gökyüzünü delen minik kanatlarıyla.

Kanatlarım olsun diye duaya duruyorum. Kar kış demeden, pencere pervazına konsam ve sen gelsen bozulan gece düşlerini aramak için, perdeni aralasan. Sürme çektiğim gözlerime gülümsesen yarım yamalak. “Geldin mi?” diye sorsan içinden. Sakın dökme önüme tek bir kırıntı. İstemem. Kim olsa döker bu kadarını. Gönlünden kopup, gözüne yol bulan iki damla tuzlu suya zemzem diyerek talip oldum. Ben beklerim her gecenin dipsiz karanlığında tıklattığım pencerenin fersiz sesini duymanı. El bağının hırsızlığı bana düşmüş demek, o halde soğukta kalmak da bana yakışır.

Bu karanlık şehrin hangi alaca karanlığında kör bakışlarla uçmuşsam yıllarca neden ve ne için göremedimse vakitli baharını, şimdi ayaz bana yakışır gül efendim.

Hangi hazrete gitsem yol bulamam sana. Esamenin okunmadığı çıkmazlar dizilir önüme. Hangi adağımı kurban edecek olsam üç İbrahim büker boynumu. Tek bir çaputumu bağlamam, bahçemdeki kayısı ağacıma. Yolların bağlanmasın bana, neylim. Çıkmıyor bu ara Çin porseleni fincanlarımdaki kara telvede yol. Yorgun bir kadın bir yokuşun başında durmuş yine. Sadece ağız tatlılığı kalmış dilinde senli sohbetlerinden.

Elime vurduğum bıçağın acısı yoklar yokluğunda, beni aklından geçirmediğin zamanlarında. Görmezsin, içime akan o kor yaşı ve delirip taşan kanı.

Nasıl bir adalet bu böyle? Her akşamın ayazında, seni bekleyen bir yanım gözyaşıma boğuluyor ya içimde patlayan hıçkırıklarımda. Her akşam işinden çıktığında adını “sana çıkmayan yollar” koyduğun kaldırımları yürüyorsun ya sende. Bu kadarı çok. Bu kadar birbirine yürüyen hangi iki yol aynı rotayı tutturamaz. Hangi iki deniz kavuşmaz bu kadar geceli gündüzlü akışına rağmen.

Yalan mı söylemiş söyleyen, hani dağ dağa kavuşmazdı da insan insana kavuşurdu. Madem insanlığıma inat kavuşmak haram kılınmış, dağ olayım ben de o zaman. Döneyim sırtımı pencereme, görmeyeyim ne doğan günü ne gelen geceyi. Küseyim parlayan güneşe, yağan yıldızlara ve cemaline vurgun olduğum aya. Madem dağ olacağım benim de başıma duman lazım diyerek, sana inat yakayım bir sigara daha, kızacağını bile bile. Sana ne çok ihtiyacım olduğunu bildiğin halde uzağımda kalmana sitemle. Bu akşam bir defa daha seni kendime unutturmaya and içeyim, Tanrı huzurunda. Tanrı gülsün hiç değilse yüzüme. Hiç değilse o silsin, merhametle gözlerimi.

Yoksun ya… Yokluğunda bile akşam oluyor biliyor musun? Hatta eş dost hatırına yemek bile yeniliyor, düğüm düğüm olsa da boğazımda. Kimseye göstermeden uyunacak zamana kadar süren, bir içime ağlama hüküm sürüyor uzun zamandır. Münir Nurettin Üstad’ın Kör Kuyularda kalışının sırrını çözüyorum “yoksun”lu gecelerimde. Uyuyakalıyorum bir o koltukta, bir bu koltukta. Üzerim açık kalıyor. Çok geçmiyor karlar yağıyor üzerime. Uykumda titriyorum, rüyalarım sen oluyor.

Kendine iyi bak diyorsun ya hani. Fena halde tepemin tası atıyor bu sözünle. Ben, beni sende unutalı uzun zaman olmuş oysa. Bende olmayana, değil iyisinden, bakmak bile gelmiyor ki içimden. Sen bakıyorsun ya gördükçe uzun uzun, bu yetiyor canıma. Yokluğunla başımda çörekleniyor bir yalnızlık tünediğim masamda ha babam yazıyorum. Her mısranın bir ucundan gülümsemen cilve yapıyor. Bazen de yek bir satırın başında ismin sual olup saklanıyor. Hani meraklanıyorsun ya özlüyor musun beni diye, evet şehrin bu tarafında hala uykulu gözleriyle bir kadın, vehmediyor sadece senli bir hayatı.

11 Ocak 2008 Cuma

SARDUNYA KOKUSU

Otogarda indiğinde, gideceği yeri bulmak için adresi sordu gelişi güzel birine. “Kardelen mahallesi ne tarafta kardeş?” Saçı sakalı iyi kötü toparlanmış bir adamcağızdı. Önce, baştan aşağıya süzdü ayaküstü soru soran yabancıyı. “Şu ileride çarşı var abla oraya git” dedi “orada sor bir esnafa. Çarşının arkasındaki mahalle, kardelen mahallesi. Kolay bulursun merak etme”. Umursamaz ve boş gözleriyle “sağ ol” dedi kadın. Öyle ya yardımını görmüştü madem sağ olsundu. Çok da tekin değilmiş gibi geldi adam ama korkularını yitireli çok uzun zaman olmuştu. Gerisinde bıraktığı adam, yeniden dönüp baktı adres soran kadına ve “içini ürperten bakışları var, ölü bakışları gibi” diye düşündü. Evet, güzel bir kadındı ama gözleri… Gözleri çok tekin bir kadın olmadığının ispatıydı. Ürpertti kadının bakışları. Sair gün sair biri olsa “hayırdır abla kimlere geldin” diye sorardı. Gıkını bile çıkarmaması gerektiğini okumuştu kadının gözlerinden. Hayrolsun inşallah diyerek baktı kaldı öylece uzaklaşan kadının arkasından.

Çarşıya kadar elindeki ağır valiziyle el değiştire değiştire, aralarda otura dinlene yürüdü genç kadın. Üzerinde siyah bir pantolon, sırtında haki bir mont başında sımsıkı bir eşarp. Ayaklarında düpedüz topuksuz, uzun yürüyeceğinden haberli ayakkabılar. Bakıldığında otuzlu yaşlarında gösteren, bakışlarında ise çoktan öldüğü belli olan bir kadından başkası değildi. Birileri ölürken görmüş olmalıydı. Hatta ölümüne sebep birileri vardı mutlaka. Her nedense gömmeyi unutmuşlardı belli ki ya da belki de öldürmüşler ama gömmeye fırsat bulamamışlardı genç kadın. Bakışlarındaki mavi derin boşluk geldiği şehre korkulu bir sessizlik indirmişti. Tuhaf tuhaf bakıyor ama gözlerini kaçırmaya çalışıyordu yanından geçenler. Çarşının tam ortasından efelenerek yürümek değildi niyeti. Ama görenlerin kenarlara sığınma hissi onu öylece, ortalıkta tek başına bırakıyordu istemeden. İlkin kafasındaki düşüncelerinden sıyrılıp farkına varamamıştı sonra birden yolda yapayalnız bir nazarın ortasında kalakalmış olduğunu anladı. Bir ara şaşkınlığından ayağı tökezledi. Kendine getiren de bu oldu zaten yeniden. Bu şehir… Yabancısı olduğu bu şehir, bir yolunu bulup kucaklamalıydı onu. Yaşamın kenarında uslu uslu dururken, bir yerinden tutunmalıydı hayatın.

Yaşlı bir esnaf kestirdi gözüne, çarşıda. Dükkânının önünde tespihi elinde güneşe kendini bırakan, halinden memnun bir yaşlı adamdı. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar özenle sıyırmıştı. Yummuş gün görmüş gözlerini. Yaklaştı sessizce “affedersin bey amca, Kardelen mahallesi ne tarafta diye soracaktım ben”. Yaşlı adam, hapsettiği göz kapaklarından azad etti, açık mavinin açığı gözlerini. Yüzündeki çizgiler, yaşadıklarının ispatı gibi açık aleni bir gülümsemeye dönüştü birden bire. Hemen cevap vermedi. Misafirin gözlerine baktı. “Hoş geldin hanım kızım” dedi öncelikle. Beklenmeyen bu karşılama, fazlalık gelen bir sevgi hissettirdi genç kadının gönlüne. Temkinliydi yine de. “hoş bulduk bey amca, kardelen mahallesini arıyorum ben”. “Bulursun evladım…Aranıp da bulunmayanı var mı? Hıkdan hamurdan kesilmişsin hele otur bir çayımızı iç evvela”. Hissettiği şaşkınlık elini ayağına dolaştırdı kadının. Bu da nesi diye geçirdi içinden. Emir almış bir asker gibi gösterilen tabureye çöktü, oturmaya mecbur olduğu hissini atamadı içinden. Çırağına seslendi “bize iki çay kap gel bakalım” diyerek, mavi gözlü ihtiyar adam, “yanında da öte beri”. Kadına döndü sonra, “hoş geldin hanım kızım, İstanbul arabasından mı indin?” “Evet” dedi kadın. “Oooo, terminalden yürüdün mü a be kızım otobüs geleli bir saat oldu” dedi saatine bakarak. Başını salladı kadın. Öğlen olmamıştı daha. “Gitseydim ben bey amca, bana mahallenin yerini deyivereydin keşke”. “Acelen ne be kuzum, baban sayılırım ben senin. Kimlerdensin diyecem, belli buralardan değilsin. Hayırdır nereyi ararsın bakalım söyle de deyivereyim nerde olduğunu”. “Hancı oteline gideceğim” dedi genç kadın. Gülümsemesi kesildi yaşlı adamın. “Oyy be kızım, öyle böyle değil, büsbütün yabancıymışın ya sen.” Bakışlarının boşluğunu doldurmaya başladı konuşulanlar genç kadının. “Gidecek yerim yoktu bey amca, İstanbul’da terminalden bin dedi bir arkadaşım inince sora sora bul dedi, bilmem buraları ama buralarda her mevsim sardunyalar olurmuş” dedi. Gülümsedi yaşlı adam. “Vay be kuzuma, demek sardunyamızın misafiriymişsin. Hadi bakalım, diyen doğru demiş. Buranın sardunyası hiç eksik olmaz.”

Çayları getirdi çırak, arkasından kare bir paket açtı sehpanın üzerine. Yağlı kâğıdından kar beyazı bir peynir kuruldu küçük kalaylı tepsinin üzerine. Fırınından yeni çıkmış çıtır çıtır ekmekle, dört tane kokulu al domates ve bir çay tabağında azıcık tuz. “Buyur” dedi yaşlı adam. “Bıçak yok nasıl böleceğiz” dedi genç kadın. “Bıçağa hacet yok evladım” dedi. Taktı parmaklarını domatesin başından tek hamleyle ikiye böldü “parmakların yeter sana” deyip yolunu gösterdi. Ekmeği böldü genç kadın. Yaşlı adamın ilk lokmayı almasını bekledi. Ardından uzundur feri gitmiş yüzüne kan geldi doydukça. Yaşlı adam memnun oldu iştahlı misafirinin bal börek yercesine aldığı keyiften, “şifa olsun evladım” dedi. “İyice doyur karnını bakalım, sonra işimiz var seninle”. Anlamadı kadın ne işimiz olabilir diye. ürktü önce. “Teyzen gelsin önce, anlatırım” dedi, yüzündeki gülümsemeyle. Bir saat sonra hayatının baştanbaşa değişeceğinden habersiz “kendimi koruyabilirim” diye telkin verdi kendine. İnce belli çay bardağındaki sıcacık çayını içti genç kadın.

Sokakta yürüyenler adamın yanında oturan kadından çekinmez olmuşlardı. Gelenler gidenler, yabancıyı umursamıyorlardı artık. Gözlerinde ilk geldiği zamanki boşluk kalmamıştı. Gülümsememişti de ama. Yalnızca izliyordu. Bunca zaman sonra, hayatın tüm anları belli olan mahkumiyetinin ardından özgürlük denilen yabancıya alışmaya çalışıyordu.

Beyaz tülbentli, ak pak yüzüyle bir kadın geldi fırının önüne nihayet. Vakit öğlene yakın zamanlar. Elindeki sefer taslarını bırakmaya gelmiş olduğu ortada. Yaşlı adam buyur etti hanımı küçücük sofraya. “Hoş geldin hanım sultan, sefa geldin. Sardunyalara misafir gelmiş bu hanım kız, onları ararmış sen tarif et yolu diye beklettim ben” dedi. Yaşlı kadın, “ İlahi Âdem efendi, şaka etmeyesin, desene beklediğimiz misafirimiz gelmiş” deyip gülmeye başladı. Sevinci inanılmayacak kadar büyüktü. Genç kadın şaşkınlık içinde yaşlı fırıncının adının Âdem olduğunu öğrendiğini kâr hanesine yazmış ama bu yaşlı kadının neden bu kadar sevindiğini bir türlü anlamlandıramamıştı. Yaşlı kadın bir yandan gülüyor bir yandan genç kadını seviyordu. Yaşlı gözlerini elinin ucuyla tuttuğu tülbentiyle gözlerini silerken bir yandan da gülümsemeye çalışıyordu. Kalkmak istediğini düşünüp kıpırdanınca genç kadın, yaşlı kadın ellerini uzattı ve sıcacık tutundu ellerine. “E be kuzum, ne zamandır bekler sardunyalar seni bilir misin sen?” Sardunyalar neden beni beklesin diye düşündü genç kadın.

Yaşlı adamla kadın ellerini birleştirdiler. Fırıncı Âdem metin durmaya çalışarak, konuşmaya başladı. “Evladım şaşkınsın biliyorum. Bu hanım benim kırk dört senelik hanımım, burası bizim memleketimiz. Fırıncılık benim kayınpederimin mesleği. Vaktiyle bir hata edip, mahpusa düştümdü. Çıkınca gözüm bir şey görmedi. Düştüm yola. Yol beni buraya getirdi, Havva teyzeni bu çarşıda gördüm ilk. O vakitler çocuktan az büyüktü. “Ağabey çay içer misin?” deyip beni şimdi oturduğun gibi bu taburelere oturttuydu. O zamanlar kayınpederim çıkıp fırından Havva hanımın başını okşayıp afferim benim kızıma dediydi. Sonra karşıma oturup sohbet ettiydi benimle. Dinledi…dinledi uzun uzun hikayemi, arkasından dönüp, “kal burada buranın sardunyaları güzel kokarlar. Yanıma çırak ol meslek öğreteyim sana” dediydi. Kaldım bende. Birkaç yıl sonra Havva hanımla evlendik biz. Bir kızımız olsun isterdi hep. Bir zaman bir rüya gördüm diye uyandı güne. Bir hazret gelip demiş ki Havva hanıma, “evladım, sen kederlenme Allah senin kızını doğurttu gelecek, bekle hele hem de büyütüp verecek sana. Bekle sardunyalarının kokusunu duyup gelecek” . Havva Hanım döndü genç kadına, “ sen misin sahi, nihayet geldin mi kızcağızım”.

Genç kadın neye uğradığını anlayamadı uzun zaman. Sardunyaların kokusunda yeni bir hayata gidiyorum derken yeniden doğacağını hiç düşünmemişti.

Sarıldılar Havva anneyle birbirlerine. Âdem baba, yanına çırak etti genç kadını. Hancı otel… Şükür ki yalnızların boş odalarına yolu hiç düşmedi genç kadının. Yaşlı bir evin pencere pervazlarından sarkan sardunyalarının kokularına uyandı sabahları. Sardunyalı bir şehir vardı uzakta, kim gelse bağrına basası gelirdi sanki. Olmaz denilen bir hayatın imkânsız denilecek varlığı sarıldı genç kadının boynuna.

Çocukluğunu unuttuğu eski eksikli kasabadan sonra ilk defa sardunya kokulu bir başka kasabada gözlerini yeniden huzura yumdu. Yol yorgunu gönlü bir daha hiç uyanmam zannediyorken, en erken sabahlara uyanmanın mutluluğuyla zamanın acılarını sardunyalı şehrin güneşlerinde kuruttu.

10 Ocak 2008 Perşembe

FESTİVAL


Düz yazılarımın devrilmekten kurtulamayan cümlelerinin kelimelerindeyim yine. Günler güzel, geceler muhteşem. Neden hiç bilmiyorum hayat ayrı gayrı cilvede bu aralar gönlümle. Durmadan haykırmak istiyorum seviyorum yaşamayı diye. Bir bilenini arıyorum bu hallerin. Ben hiç beni böyle bilmedim, kendime şaşkınlık içerisindeyim. Ne yalan söyleyeyim kendimi bildim bileli bir kikirdek çekirdek vardı içimde. Ama hani söylemiştim ya dostlarıma, çok gülmek iyi değil dediklerinden oldubitti susturmuştum ya içimdeki kikirdeği. Bu aralar ipini kopardı deli fişek dolaşıyor satırlarımda. Mısralarıma pek dokunamıyor ama. Nedense mısralarımdan uzak duruyor sanki biri höt deyiverecek gibi de ara ara usluyum pozları yapıyor karşımda.

Geçinip gitmenin, yuvarlanıyoruz’ların en iyi hallerindeyim hâsılı. Dilimi ısırıyorum Şeytanın kulağına kurşun diyerek. Çoluk çocuk zamanlarımın hırsını mı alıyorum nedir? Üstelik mevsim kış, bahçede kar, odam soğuk, ellerimi ısıtacak bir el bile yok hatta daha kötüsü herkesin bir kedisi var bizim evde kedi de yok.

Oturduğum koltukta üzerime küçük lacivert battaniyemi örtüyorum. Isınmanın en kötü yöntemlerinden biri. Bir diğeri de kış girerken kışlıkların arasından çıkartılan ve çarşafın altında mekanik sıcaklığıyla lütfen merhamet gösteren elektrikli battaniye.

Kedi alerjisi rahatsızlıklar içerisinde en kötüsü değilse ne? Hâlbuki şöyle salına salına keyfe keder dolaşsa ya evin içerisinde. Tüyleri dökülse oraya buraya. Nereye otursan kucağına zıplasa, tam iki kelime yazıya çevirsen yönünü, sağ elinin üzerine sağ patisini atsa üstüne üstlük utanmadan sıkılmadan koysa başını ve uyusa şımarık bir sevgili gibi. Yumuşak patileriyle kavgaya tutuşmayı bile özlemişim.

Hey Allah’ım kışın günü özlenecek başka bir şey de yok demek ki, minik bir pisicikten başka. Ah şu kedi alerjisi nereden de buldun girdin kapımdan içeri. Ne güzeldi çocukluk zamanlarım. Hani şu ampullü radyo zamanlarımın, annemden gizli kapı aralığından kaçak giriş yapıp yatağıma zıplayıp her sabah karnımın aynı noktasına oturan kedisini özledim işte. Kıpırdamadan mırıltılarını dinlediğim çocukluk zamanlarım. Başka neyi bu kadar özledim ki.

Şimdi bir ara beğendiğim gözlük camlarında aklım. Hani şu takıp da üstünden bakılıyor ya. Bir yaşlanma merakıdır gidiyor bu aralar nedendir bilmem. Tekli bir koltuğa oturmuşum, üzerimde yine yalnız zamanların değişmez şahidi mavi battaniye. Sevmediğim bir türde ve sevmeyeceğim bir kitap almışım elime. Kucağımda tekir kedi, gözümde beğendiğim o gözlükler mutlu mesut okuyorum. Kestirmeyi düşünmediğim saçlarımı toplamışım arkamda. Hala tek tük beyazıyla kâküllerim düşmüş gözlerimin üzerine. Bu evin içerisi, kış geldiğinden değil yalnızlıktan serinmiş meğer. Ben seçmişim bu evi, içine yalnızlığa yakışır eşyalar bulup buluşturmuşum. Pencere pervazlarına rengârenk menekşe saksılarını dizmişim. Bir adım ilerideki küçük bahçemin bir tarafında sardunyalar öbür tarafında onbir aylıklar. Kocaman kocaman açılıp saçılmışlar. Bahçemdeki tek ağacım, çıksa da yaslasa sırtını gövdeme diyerek beklese, beklerken ceviz yaprakları esen yelle ıslık çalsa baştan çıkartmaya meyille. Nazlansam… Çıkmasam hemen. İzlesem perdenin arkasından, beni özleyip özlemediklerini merakla. Baktığımda uçsuz bucaksız denizim göz kırpsa, güneş yüzüne vurdukça gıdıklanmış gibi. Çimenlerimi biçsem her iki haftada bir, kendi ellerimle. Tahta bir çitle çevrilse bahçemin etrafı, çitlerle sarmaş dolaş olsa hanım ellerim. Kokuları kapalı penceremden bile gelip sokulsa koynuma. Uzansam iki minder alıp küçücük bedenimin yükünü taşıyıp ceviz ağacımın dallarının altına. Uzansam ve seyrine dalsam şekiller uydurduğum bulutlarımın. Biri bana benzese... Hızla yaklaşan diğeri kedime. Bir bulut oğlum olsa uzaktan el sallayıp gülümsese. Cırcır böceklerim sokulsa yanıma. Çekirgeleri zıplatsam uykularından, yaramaz halimle. Geceleri ateş böceklerim olsa bahçemin içinde. Fener alayı düzenlesek. Açsam Münir Nurettin Selçuk söylesek hep birlikte “beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” diye bağrışsak şarkı söylüyor gibi. Gece yaklaştığında hepsinin üzerini örtsem yıldızlı bir yorganla, sabaha buluşmak için söz versek birbirimize öpsem hepsini doya doya. Mutad telefonlarımı etsem uzağımda kalanlara. Onlara da sütünü iç uyu desem.

Yeniden dönüp odama açsam klavyemi ve bugün gönlümde olup biten ne kadar hayal birikmişse yazsam yazsam sabaha kadar. Münir Nurettin Üstat hiç susmasa. Kör kuyulardan çıkartasım gelse mümkün olamasa. Şikayetimizi kimseler duymasa ve yarenlik etsek gecenin kör kuyularında. Yıldızlar semaya tutunmuş fenerler gibi yansa, ay kaybolmadan kapımda nöbetini güneşe devretse. Uykum gelse sonra, sütümü getirse komşunun küçük kızı. Öpsem gül yanaklarından, bir dal hanımeli versem dalından kopartıp. “bizim bahçede de var ki” deyiverse, bu kitabının arasında kurusun kuruyunca bana getir olur mu diye tembihlesem. Bir tespih gibi tane tane çekilse hayatın her günü yüzümdeki mutlulukla. Ilık bir süt yüzümü aydınlatsa. Süte tiryaki olsam, şu zıkkıma sarmasam durmadan. Başımın dumanı yetse bir başımalığımda.

Uzansam pencereden giren ılık rüzgarla. Uyandığımda yine gülümseyen yüzüm öpse yanaklarımdan. Bir de kedim olsa. Ah uyandığımda karnımın üzerinde uyur bulsam…

9 Ocak 2008 Çarşamba

İŞARET PARMAĞIMIN UCUNDAKİ BULUT...


Kalem varsa kedere kelamımız var demektir. Önü arkası sobeli bir aşkın artıklarıyız. Neyimiz varsa dilimizden dökülüp gidiyor birer birer. Gönlümüzden dökülen kırıklarımız gibi, kırgınlıklarımızda dökülüyor ses etmeden.
//

"Alınganlığım" diye sızlandı. Yegâne sıkıntım, yegâne kusurum belli ki. "Bu kadar çıtkırıldım olmak zorundamıydım?" diye geçirdi içinden. Annem söylerdi ya hep ve her duyduğumda düşerdi ya gözyaşlarım, böyle olduğuma. İşte işaret parmağıyla sekiz yaşımda gösterdiği aynı bulut, geçiyor gökyüzümden. Bak bu senin nem kaptığın bulutun demişti ya hani. Sonrasında her alınganlık ettiğimde, en yakın pencere kenarına gidip seyretmiştim ya aynı bulutu gözlerimdeki yaşların ardından.

Neydi bu kadar alıngan olmama sebep ve neden bu kadar kolay kırılıyorum ki sana. Sanırım bu kadar çok seviyor olmamın, bunda ciddi bir etkisi var. Oysa sen bu kadar sevilmek istemediğini söylüyorsun. Kırılıyorum evet, yüzüme bakmadan etrafı seyrederek konuşman içimi parçalıyor, sanki başkalarıyla olmak istediğin anlamını çıkarıyorum içimden. Hâlbuki ben seninleyken senden başka bir şey düşünemiyor ve seyrine doyamıyorum, seninde aynı halde olmanı ne kadar çok istediğimi bilemezsin. Anlayışlı olmam gerektiğini biliyorum fakat seninleyken, sırra kadem basıyor anlayışlı oluşlarım ve ben nereye gittiğini hiç bilemiyorum. Karşında dururken, ellerimin titremesi, gözlerimin adımlarımı izlemesi ve sağa sola çarpa çarpa yürüyüşlerimi engelleyemiyorum. Sen bu kadar rahatken ben neden bu kadar heyecanlıyım bir bilebilsem.

Dün buluştuğumuzda başımı kaldıramadan sorduğum bu sıkıntıma verdiğin cevabı düşünüyorum, son on sekiz saattir. “Her insanın aşkı bir yaşayış biçimi var, bu kadar zorlama kendini sakin ol” demiştin ya yemin ediyorum söz vermiştim kendime, ta ki sen ellerimi tutana kadar. Ama ellerimi tuttuğunda tüm kontrolüm yeniden sana geçiverdi ve ben bir türlü engel olamadım çırpınan yüreğime. Şimdi yalnızca düşünüyorum. Sende kalan aklımla neler yapıyorsun acaba gecenin bu saatinde. Ya boynuna iliştirdiğim kahve kokulu bakışlarım, gülümseyişinle dudaklarına boyanan mutluluğum… Sahi neler yapıyorsun gecelerin karalarında, ismini “bensiz” koyduğum zamanlarında. Hani, “kader karşılaştırdı bizi, alınyazımsın sen benim” diyorsun ya, bende görmek istiyorum alnıma yazılan ismini. Sana geleceğim günlerde ve sana gelinmeyecek günlerde durmadan aynalara bakıyorum. Hayır, sakın süslenip salındığımı zannetme, sade ve sadece alnımdaki ismini görmek için kenara topluyorum kâküllerimi. Göremiyorum ama ismini. Göremiyorum alnımda, tek bir harf bile yok. Senin gördüklerini görmeyi ne çok istiyorum bir bilsen. Senin baktığın gibi bakmak istiyorum dünyaya, senin izlediğin gibi bulutların peşine takılıp gitmeyi istiyorum. Bırakma ellerimi diye bağırıyorum içimden her defasında. Duymuyorsun hiç haykırışlarımı. Kuşların isimlerini öğretiyorsun ya bana tek tek gösterip, o kuşların kanatlarındaki bir teleğe tutunup sana uçmayı istiyorum.

Bu sabah uyandığımda ismini sayıklar buldum yine kendimi. Yine bir sabaha ismini anarak uyandım anlayacağın. Bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir demiştin ya, haklısın. Bana dair bilmediğin o kadar çok şey var ki. Nasıl geceleri dualarımda isminden başkasını geçirmediğimi, güne isminle başladığımı da bilmiyorsun. Bazen tuhaf kâbuslar gördüğümü, bir balkondan düştüğümü uzun uzun, ama düştüğüm yerde beni beklediğini, gülümsediğini gördüğümü bilmiyorsun mesela. Kan ter içinde uyandığımda yastığıma sen diye sarıldığımı, uzak zamanlara giderken ve gelecek zamanların birinden çıkıp gelmeni beklerken, seni ne kadar çok özlediğimi hiç bilmiyorsun.

Sana dair ben de çok fazla bir şey bilmiyorum üstelik. “İmam bayıldı”ya bayıldığını, gözlerinin arkasında pırıl pırıl hayran olduğum bir zekânın saklandığını, eve bırakırken gözlerinde bulduğum o büyük merhameti, anneni ne çok sevdiğini, bir zamanlar âşık olduğunu ama yazık ki yollarınızın ayrıldığını, kışın bile ellerinin sıcacık olduğunu ve birkaç önemsiz ayrıntıdan daha fazlasını bilmediğimi kabul ediyorum. Yastığında kalan kokuyu özlüyorum geceleri. Benim yastığım ismin kokmuyor.

Üzülmeyeceğim ama sensiz kaldığım zamanlarımda, söz veriyorum sana. Senin de söylediğin gibi “vatan borcu” elbette. Sayılı gün çabuk geçermiş öyle söyledi annem. Saymaya başladım bile çoktan. Sensiz birinci gün, sensiz ikinci gün, sensiz üçüncü gün… Sensiz günlerimi biriktiriyorum bu kavanozun içine. Mavi cam boncuklar aldım kendime bunu da bilmiyorsun sen. Sensiz günlerin başı gittiğin gün değil, yolun göründüğü gün asıl hasretin ilk günü. Ben daha sen buradayken saymaya başladım bile hasretini. Döndüğünde, yani sensiz son günün ardındaki o ilk gün, tüm boncuklardan bir çerçeve hazırlayacağım kocaman düğün fotoğrafımız için, birazını doğacak oğlumuzun mezuniyet fotoğrafının çerçevesine, birazını da kızımızın doğum fotoğrafının olduğu çerçeveye saklayacağım ama. Nazardan saklasın Yaradan diye dualarımla çevireceğim çerçevelerin etrafını. Evet, değil mi ki hayattayız bitecek nasılsa sayısını baştan hesap ettiğim tüm günler. Döndüğün gün olacak asıl düğünüm, bayramım, doğumum, hayatımın başladığı o en güzel zaman. Nasıl bir şenlik yaşayacak başını kaldırıp yüzüne bakmaya utanan ve ismini söylediğinde mutluluktan gözleri ışıldayan bu küçük hanım. Ve senin döndüm diyeceğin o güne kadar şu işaret parmağımın ucunda durup beni gözetleyen buluta yol vereceğim söz veririm. Büyütebildiğim kadar büyüteceğim gamzesine öpücüğünü kondurduğun küçük hanımı.

Gecenin bu karanlık zamanında yine sen vardın işte aklımda ve sana döküldü tüm harfler kelimelere dönüşüp satır satır sana yazıldım yine ve hiç aklımdan çıkarmadan bana bağışladığın tüm sabah düşlerimi alıp yatağıma gideceğim. Yine tüm dualarım rüyalarımda olmana hayallerimden çıkıp gerçeğim olmana dair olacak. Uyu sende ismini “bensiz” koyduğum bu zamanın bir yerinden bir yol bulup.
Uyu ki geceler kolay geçsin hiç değilse.

İstediğin tek yastığı söyledim anneme. Çok sevindi ve güldü bana. Ne kadar şanslı olduğumu söyledi. “Bir yastıkta kocayacaksınız demek, ne güzel” dedi sonra.

Sahi bir yastıkta kocayacağız seninle değil mi. Ne güzel bir ihtiyarlık olacak seninle. Yaşamaya yaşlanmaya değer bir sen varsın ya iyi ki de varsın ya. İkimizlik tüm zamanların hayaline dalacağım birazdan. Ama önce hayalinin yanaklarını öpesim geldi kızma bana olur mu?

İyi uykular, gündüz düşüm, iyi uykular gecemin hasretliği…
DERE'NİN ETEĞİNDE


vazgeçtim yetmiş beşliğinden
ter-ü taze bir otuzbeşliğe razıyım
dahası berisi kalmadı dünyanın
oturur beklerim düşsün diye
elma ağacının altında
dilimlenmiş bir mezelik

bir dere kenarında
doldururum yarım ölçü suyu
üzerine hayalinin meyi
yeter bundan sonra
yalnız ağlamaya

ziyası kaybolan gözleriyle
sızısını sardı derenin suyunda
eline batan dikenleri
sardı ağacın zamkıyla
çekerdi bilirdi
anası çocukluğunda
“öyle yap evlat” diye tembihledi

çimenin yeşili bulaştı üstüne
aldırmadı
içindeki kirinden
daha çok kirletmedi

dar zamana sığıştırdı
yaşamak denilen eylemsizliği
ikindi üzerini bağlarken akşama
doldurdu geçen zamanları
ekledi ucu ucuna
derenin içine saldı sonra
yıkasın götürsün diyerek
bulduğu tüm düşüncelerini

erinmedi… birikti…
adı sonuncu bahar olsa da
temiz bir baharı içine çekti…
serinliğine sevindi
ürpermişti teni
sürüp giden vaktin içinde...
...içinde bulduğu hazla irkildi…
ÜŞÜYORUM/ÜŞÜYOR



Biliyorum üşüyorsun olmadığım yerlerde. Ama sen de biliyorsun ki ben de üşüyorum olmadığın yerlerde. Isınmıyoruz ısıtamıyoruz varlıklarımızı. Sade gülüşler büyüyor büyütüyoruz çok zaman arkasında saklı kederlerimizi göstermeyelim diyerek. Ama yinede çok zaman tutamıyorum içimde biriken dünyalık gereksiz üzüntüleri. Anlatıveriyorum üzüleceğini bile bile. Sus diyorum çok zaman, sus be kadın. Yükün bari olmasın. Kimi kimsesi olmayanların yaptığını yap. Kendinle konuş mesela. Kendinle hallet kendi meselelerini.

Dışarıda kar yağıyor sonra, mevsimi mi gelmiş nedir? Evet, ağaçlarda hiç yaprak kalmamış. Tarih olmuş yaşadığım bir sonbahar daha. Çıplak dallara asılı kalmış güvercinler serçelerin yanlarında. Serçeler bana benziyor. Hala cıvıl cıvıl, hala kıpır kıpır durmuyorlar durdukları yerlerde. Mevsimler gelip geçse de hiç büyümüyorlar. Güvercinler öyle değil bilirsin. Onlar sana benziyorlar, ağır oturaklı. Akıl hocaları gibi oturuyorlar hayatın bir dalında. Bekliyorlar anlamları, sırları anlatıvermek için soracak olanlara. Çoktan kemalâta ermişler besbelli.

Kar öpmüş toprağın tenini, ağaçların gövdelerine sarılmış. Dallarına vermiş tüm yükünü. İncitmeden bir aşk gibi dökülmüş uluorta. Serçelerin kanatlarına takılıyor gözlerim. Bu mevsimde kartopu oynamıyorlar. Tutamıyorlar besbelli. Sahi üşüyor mudur ayakları benimkiler gibi?

Kışlar gözümde büyümüyor artık, kuşlar büyüyor gözlerimde. Seviyorum cıvıltılarını. Rızkları için itişiyorlar birbirleriyle. Ama hiç kavga etmiyor, sade cilveleşiyorlar işte kendilerince.

Şimdi düşünüyorum da, indirelim mi kışın soğuk yüzünü pencerenin kenarındaki görüntüsünden tutup. Toplayıp kaldıralım mı kışlıkları sakladığımız dolabın en dibine?

Baharı bulalım, ikimize de yakışırından ve tam da sevdiğimiz gibisinden. Arnavut kaldırımlı bir “taş ev köyü” kuralım kendimize, balkonları olsun evlerin. Aşağıya sarksın saksılarındaki çiçekleri. Akşam sabah tembih edelim düşersiniz kenardan bakmayın diye. Kokuları sarhoş etsin sardunyaların. İçmeden yalpa yapalım yürürken bizli hayallerin yollarında. Unutalım… Dünya denilen de yalan değil mi? Kuralım yalandan bir dünya, bir sen bir ben birde ismini bilmediğimiz ıvır zıvır bir dolu komşumuz olsun. Kapısının önüne kuralım bir ahşap masa. Ara ara acemi şansını al ellerine, tavla oynayalım. Kapı almayı öğreteyim en ucuzundan sana. Koltuk altımıza yakışsın marsların yenilgileri. Yerlerden toplayalım attığın zarları. Kaybeden kahveyi pişirsin, kazanan yemeği.

Hâsılı bir "aralık" bulalım senli bir bahar olsun içinde, sessiz sedasız yaşayıp, yaşlanalım. Olmayan bir yastığın üzerine bırakalım, aynı gecede başımızı.

Ankara… Çıktım içinden. Bekleme beni seni sevmem için artık. Kışından memnun değilim bilesin. Aklı olan tüm kuşların yaptığını yapıyorum ilk defa bu kış. Göç ediyorum baharlı hayallerime. Bekleme ve gel diye ısrar da etme. Yerimi beğenirsem sanırım bir daha sana gelmem. Yol üstünden kaydırmaca günlerini sevenlere bırakıyorum artık. Özleyenler gelip yaşasınlar koynunda. Ben yalnız koynuma koydum, sevdiğim hayallerimi ve artık senden gidiyorum. Topladım pılımı pırtımı. Biriktirdiğim gül dikenlerimi ayrı koydum kâse-i fağfuruma. Gül yapraklarımı kuruttuğum ahşap kutumda saklıyorum. Kokuları hayalimde. Hiç kokmamışlardı ki zaten. Ben tüm kokuları kendim uydurdum. Nergis’imden başkası yalan. Ankara’m… Çıkarttım içimden seni. Serçelerine iyi davran bundan sonra, çok ayaza sarma. Güvercinlerine benzemezler onlar. Ölürlerse düşerler toprağına. Sararsın, acırsın ve çok ağlarsın sonra. İşin kötüsü soğukluğun ve üveyliğinden gözünün yaşına bakacak bir “ben” de bulamazsın bundan sonra…

8 Ocak 2008 Salı

YANLIŞ ŞİİR


Buş’tan çıkıyor soğukkanlı kâbuslar
Sarınıyor kirli örtülere
Yunmuş arınmış merhametinden
Sattığı vicdanının günlük gururu
Okunuyor arsız bakışlarından
Uzak bir ülkede
Her şeye sahip olduğunu sanan
Dalkavuk iç sesleriyle
Gülerek uykuya dalıyor

Esrarkeş, alkolik bir ahmağın
Zihninde canlanıyor
Sözde dünya düzeni
Üzerine kurduğu taht
İktidarsızlığının intikamını
Alıyor insanlığımdan
Sapan tutan bebelere
Bomba yağdırıyor
Kan kokusuna alıştırdığı
Kurşun askerlerini salıyor
Sancı başlıyor çölün kızgın kumunda
saplanıyor yanan yanlarıma

Beslediği tüm ahlaksızlıkla
saldırtıyor temiz ruhlara
Gülerek giriyorlar kapılardan
ardında saklı kanlı zaman
Kurşun askerler kurgusu tam
oyuncaklar oluyorlar
Ne zaman öne geçiyorlar ne zaman arkaya
Cehennemin zebanileri bile
kumdan kalelere ağlıyorlar

Buş’tan çıkıyor akıl almaz senaryolar
Yazıp çizip yok ediyor
Vazgeçmiyorum…
Doğurabildiğim kadar doğurmaktan
Doğurduğum taze mutlulukları
Büyüteceğim mısralarımda
Ve ağlayarak yuğacağım
Kana boyadığın toprakları
Arsız yüzüne tükürteceğim
Doğacak çocuklarımı
Son olmayacak vahşetin biliyorum
Mutluluk doğuran
kızlar doğuracağım sana
Sen kan gülleri büyütürken
onlar aşka çalacak
Açtığın tüm yaralarda
çöl menekşeleri tutunacak

Ve bir gün senin gibileri doğuran analar
Taş doğurmayı umacak...

DAR DÜNYA



Durmadan artan ve sıklaşan sancılarla bunaldıkça bunaldı bebek. Doğmak için ne geç kalmalıydı ne de acele etmeliydi. Dakik bir zamanı tutturmalıydı. Soluk aldığı güvenli bölgede, sonsuza kadar yaşamasının mümkün olmadığını hissediyordu. İlahi bir ses doğ diyordu. Doğmak… Yapması gereken buydu, bu kadardı, ama bu kadar kolay mıydı? Bir başına olduğu bu yerde kimse ellerinden tutmuyordu. Yalnızdı ve tutunacağı bir tek, hayata bağlayan kordonu vardı. Onu tutamazdı. İki büklüm olup kaldığı yerde iyice çekti dizlerini dudaklarına doğru. Bir şeyler değişiyordu ve o buna engel olamıyordu. Değişime hazır mıydı sorulmuyordu. Fikri alınmıyordu. Gözlerini yumdu sımsıkı. Bunca zamandır süre giden bu korunaklı hayatın bir sonu olacağını düşünmemişti. Yan gelip yatmanın biteceğini ve yaşamak denilen bir ölüme doğru hızla gitmesi gerektiğini düşünmüyordu. Yordu kendini.

*
Sarsılıyor içinde bulunduğum dünya. Görünmeyen bir el itekliyor huzurumdan. Kovuluyorum sanki. İtekleniyorum. Bunca zamandır içinde saklandığım bu yer, beni içinden atmak istiyor. Belli ki kendinden hiçbir şey beklememiş olmama aldırmadan, seni taşıyamam diyor artık. “Git… Git ve artık benden uzak bir hayat sür. Nasıl olacağını hiç bilmediğin bir hayata uyan yeniden” diyor, fikrimi bile sormadan. İçimde biriktirdiğim onca sevgiye rağmen mi bu uzaklaştırma cezam.

Daracık geçitlerin kapıları açılmaya başlıyor birer birer. Göğün yedi kat perdesini aşıyorum sanki kısa zamanda. Bir tanrı burada da beni bekliyor eminim. İki melek veriliyor omuzlarıma. Benim gibi telaşeli izliyorlar çıktığım yolda. İkisi el birlik edip hayata sürüklüyorlar beni. Kalmak istiyorum. Vaz geçiyorum. Yaşamak bu kadar mı zor diyorum. Daha yolun başında nefesim kesiliyor. Hayatımdan vazgeçmem gerektiği söyleniyor hayata gelebilmem için. Ne zor bilmiyorlar. Vazgeçmek… Alışkanlıklardan vazgeçmek ne kadar zor bilmiyorlar mı. Madem içinden atacaktın o halde neden büyüttün bunca sevgimi. Garez arıyorum artık bu kadar istenmeyişimde. Anlıyorum ki tek taraflı bir sevgi büyütmüşüm içimde. Anlıyorum ki sevgi denilen şeyin bir sonu varmış ve bitince gözünün yaşına bakılmadan atılırmışsın kurulan dünyandan.

Vazgeçiyorum, vazgeçtiklerimden. Yeni bir vazgeçiş uyduruyorum kendime. Madem istenmiyorum bu dar dünyada o halde genişleyecek olan yeni hayata hazırım. Gitmek zor olsa da istenmediğim yerde duramayacak kadar gururumun olduğunu fark ediyorum. Sevgimin önüne geçiyor yaşadığım bu gurur. İlerliyorum güç bela. Önce başım serinliyor, aklımı başıma topluyor sanki bu ürperten soğuk. Ardından yüzüme bir ışık vuruyor, gözlerimi açamıyorum, kör oluyorum sanki parlak ziyasından. Bu güne dek hiç bilmediğim bu yerde birden bire tüm vücudumun üşüdüğünü ve dışarıda olduğumu anlıyorum. Beni hayatıma bağlayan bağımı, kordonumu kesiyorlar. Canım acımıyor. Ama hayatla bağım kopuyor işte. Soluksuzum, morarmaya başlıyorum. Bir tokat yiyorum güçsüz bedenime. Can havliyle bağırıyorum hayata. İlk isyanım çınlıyor kulaklarımda. O an anlıyorum nefes almak için yepyeni bir yol bulduğumu. Bir el minicik ayaklarımdan tutup tepetaklak ediyor hayatımı ya, ellerin sahibine öfke duyuyorum. Düzelt beni. Zaten bu kadar anlamsızken her biriniz daha da anlamsızlaştırmasana olup bitenleri.

Üzerime sinen tüm hayatımın kokusunu siliyor biri, gül kokulu pamuklarla. Sonra giydiriyor üşüyen bedenimi. Her uzvumu ayrı ayrı saran giysilerle. Tenimi incitmeden. Yüzümden gerisi örtülüyor. Yüzümle tanımalıymışım bu hayatı besbelli. Kollarında gezdiriyorlar beni. Bırakıp gitmiyorlar. Şaşırıyorum. Bunca insafsızca iteklendikten sonra bunca merhamet tuhaf geliyor. Bir yere götürüp bırakıyor ellerinden. Tanıdığım o koku… Kalbim çılgınlaşıyor. İçimde duyduğum o sevginin kokusunu alıyorum yeniden. Küsüm hâlbuki bu sevgiye. Az evvel nasılda acımadan son verdi hayatıma. O değil miydi artık seni içimde istemiyorum deyip beni dar dünyamdan eden. Sıcaklığı sarıyor minicik bedenimi. Yanındayım diyor. Yanımda… Kim yanımda olmanı söyledi ki sana. İçinde olmanın nesi vardı. İçinde yaşamak daha güzeldi üstelik. Yanımda olma. Küsüm ben sana.

Acıkıyorum işte kestiğiniz kordonum da yok şimdi. Öldürdünüz beni diye basıyorum yeniden feryadıma sardığım isyanımı çığlık çığlığa. Sımsıcak ve yumuşak bir tenden ab-ı hayat sunuyor dudaklarıma. Emiyorum içinde hayat bulduğumu. Bu defa anladığım şey yalnızca içinde ya da dışında olmamın önemli olmayacağına dair. Bu kadın hayatımın hiçbir anında yanımdan ayrılmayacak belli ki. Geldiğim o dar dünyada da burada da ve gidilecek tüm dünyalarda da bir yolunu bulup beni emzirmeye devam edecek belli ki.

İlk dakika itibariyle anlıyor ve biliyorum ki hayatta en sevilesi şey bir kadının kokusu olacak demek ki. Bir kadının merhameti sevgisi oldukça nerede yaşadığının hiçbir önemi olmayacak. Yeter ki seni sevebilecek bir kadın olsun da sen nerede olursan ol. Sen ne kadar kızsan da o işitmemiş gibi yapıp seni emzirmeye devam edecek sonsuzluğun içerisinde ki bitimsiz sevgisiyle.

7 Ocak 2008 Pazartesi

AŞK'A TUZAK/KURT KAPANI




Tarçın kırığının
El değirmeni
Ölümle hayat arası
Öğütüldü çoban başı
Başıbozuk sürüsü
Yamacın soğuk gönü
Meczup sarhoş

İki el tüfek sesi
Kurda kuşa
Dal/mayın dağıt/mayına
Vurulan gökyüzünde
Ağlayan bulut

En nadir aşktı
Ey aşk diye vuruldu
Sesi sardı
Boşlukta ruhuna
Tutundu

Kavalın son sesi
Kayalıklardan
Düşe kalka indi
Bayırdaki yangına
Pusuda duran
Aç bir kurt
Gecenin karasında uludu

Uluydu Tanrı
Bulurdu dağın başında
Yasa durup ağlayanı
Karaydı baht
Yüreği vurgundu
Kepenek sıcağına
Sarıldı
Cılız bir ateşle
Yıldızların gölgeliğinde
Uyudu…

5 Ocak 2008 Cumartesi

BİR GECE DE BİR HAYAT



İki yaslı dizin üzerine serili
biri beyaz biri mavi
iki sıcak battaniye
hüzünlerini doldurmuşlar kadehlere
üzerine bir ölçü portakal suyu
yoksunluk silinmiş gözlerindeki sevgide
azıcık hayal kırığı
gözlerine batan kirpikler
gülümsemek aşk kırıntısı
eylül sarısı biraz hayat

söylenecek en güzel söz
seninle doğan her geceyi seviyorum
gün beni yüzünde sarhoş ediyor
hayat yalnızca aşka kayıtlı
serzenişlerini bırakmışlar sokağa
umarsız mutluluklarda
keyfe keder bir sevdayla
güne bakanlar kadar mutlu
kan kırmızısı bir hayat

her yüzüstü yalnızlığı
kefenleyip ilk namazla
gömdükleri bu topraklarda
kirli ve yanlış ne varsa
can suyu dökmenin yanında
fatihalarla uğurlarken
gülümseyerek bakıyorlar
gün batımı yanan camlara
sevmeye devam, azıcık acıtsa da
bile bile aldanmak aslında
kara yüzünde bir hayat

...


ZERRİN'İME...
HAYAT FELSEFESİ

Hayatı çözmeye uğraşmanın bir anlamı yok belki de aslında. Öylesine hükmünü sürdürüp gidiyor ya nasılsa. Aynılıklar… Farklılıklar... Kimi zaman karşılaştıklarımızın üzerlerindeki benzer entariler gibi gözümüze çarpıyor.

Bir zamanlar yaşananlarının üzerinde, iz bile bırakmıyor hayat. Yalnız isimler kalıyor hafızalarımızda. Telafisi olmayan hatalarımız ve acıyan bedenimizle sürüp gidiyor yol. Yeniden yaşanmıyor hiçbir güzel an. Anlatıldığı kadar ferahlatmıyor üstelik zaman geçince. Keşke’lere bürünüyor cümleler. Denmesi sakıncalı olsa bile bu keşke’ler. Elinde olmadan yol ayrımları getiriyor hayat. Tercihler yapılıyor. Gidenler giderken, kalanlara sabretmek kalıyor bir tek.

Kibriyle uğurlananlar onca yıldan sonra aynı kibirle çıkıp geliyor ya bazen. Bu ne aymazlık diye düşünüyor insan. Zevklerden mahrum hayatların içerisinde satın alınan mutluluklarla zenginleşiyorlar. Hallolmayacak mesele kalmıyor kafalarında. Bir kır çiçeğini koklamayı öğrenemeden basıyorlar dikkatsizce üzerine. Bir tohumun nasıl çatladığından habersiz, umarsız. Varsa yoksa satılık bir hayat.

Alınabilecek ne kadar hayat varsa alabilmeliler. Zira hayattan alabilecekleri çok fazla şeyleri asla olmayacak. Avunabilecekleri üç beş oyuncağın onlardan esirgenmesi ise büyük haksızlık olacaktır mutlaka.

Yaşanması gereken o kadar güzellik varken aklı sabit olup bir noktaya kilitlenmenin insana vereceği zararı düşünemiyorum bile. Kıra inemeyen ayaklar kaldırım taşlarını eskittiğini düşünürken kalplerine yol bulan taşın soğuğunda görüp durduklarından başka bir şekle bürünmüyorlar. Bu yüzden dostlukları yüzeysel, acıları sert, sükûtu hayalleri uçsuz bucaksız sokak araları gibi şehir insanları. Hâlbuki kırda yaşayan insanın gelecek yıllara büyüttüğü umutları, sevinçleri ve hakiki hazları yaşanıyor güneşlerin altında. Yanaklarındaki gülümsemenin bitimsizliği bundan ve kızaran domatesler yanaklarında biriktiriyor hayatın lezzetini. Yaşayarak ölmek lazımken, yaşarken ölenlerle kederlerimizi avutuyoruz. Ve hayatın orasını burasını sündürürken ve felsefesinde aklımızı yorarken çoktan kaçırdıklarımızın muhasebesi gelip kuruluyor başköşeye.

Kendi ellerimizle ürettiğimiz taptaze kederlerimiz, sıkıntılarımız, hafakanlarımız var ellerimizde. Kendi cinnetimizin müsebbibiyiz. Kendimizden sorumlu olduğumuzu bile bile, başkalarının sorumluluklarını sırtlamaktan yorgunuz. Mutsuzluğumuzun temel sebebinin bizden başkası olmadığını bilmek rahatlatmıyor. Tersine ıstırabımızı kamçılıyor günden güne. Unutulması gereken geçmişlerimizi gömemiyoruz hayatın toprağına. Diriltiyoruz her defasında. Bir nebze mutlu bir gülümseme adına büsbütün acılara sürükleniyoruz yeniden.

Kurulan tüm planlarımızın üstünde hayatımızı planlayan bir makam var oysa. Biz yalnızca isteklerimizi dillendiriyorken o halli için kapılar açıp, köprüler kuruyor önümüzde. Yapmamız gereken tek bir şey kalıyor bize: Geçmişi geçmişte bırakmak, geçmiş hatalarımızı yeniden yaşama hevesine kapılmamak ve yaşanılan günün getirdiği yenilerde mutlu olmayı başarabilmek.

Memnun olmadıklarımı tespit ediyorum bu aralar. Her birini usul usul çıkaracağım hayatımdan. Kurulması gereken bir dünyam var bekleyen. Yaşanması gereken mutlu günler, denizden çıkacak bir güneş ve sularda yüzünü resmedecek bir ay zamanı.

Hayat… Felsefesini yapmak için durup beklenmeyecek kadar güzel ve aşık olunası bir zaman hediyesi…

GELİNCİK

Suyun akışına ters
İğne oyası saplanan
Yemeninde yaşa
Sesin çığlık
İçimde

Bağ bozumuyla
Gök tanrı
Döksün yaşını
Saçların kıvrılsın
Gerdanından
Süzülen damlalarla

Kozasını çatlatan
Seni bulsun
Dut yaprakları
Gölgesinde
Telaşeli kelebeklerle
Geçsin bahar

Değilmi ki
Sen gelinsin
Gelincik dallarını
Büksün karanlıkta

An çalınsın zamandan
Yanan her akşamın
Mumu
Ay ışığında
Kurutsun umudunu

De ki gelinsin
Değdiğin yerden
Filizlensin
Çölün yanan kumu

4 Ocak 2008 Cuma

ADAM



Adama adam gerek zor zamanda
Bir ocak sönende gerek adam
Isıtmaya, ziyasında ışıtmaya
Adam gerek adam olana
Yoksa ciğerine har gerek

Dünya da yalana düşmüşe
Yaman bir dost gerek
Hali demeden anlayacak
Baktığında okuyanından
Yanında dimdik duracak
Adam gerek…

A.S.R.A.N.

3 Ocak 2008 Perşembe

BÜYÜMEK YETMEDİ


Büyüdük...
küçüldü dut ağacı
tırmanırken kedi gibi
dallarına çıkasımız gelmedi
terkedildi eski konak
çocukluğumuz eskidi
iki dal arası gerilen çamaşır ipi
varlığımızı çekmedi
düştük büyüdükçe
dizlerimizdeki kan hakiki
acımız tuzdan değildi
büyüdük ama büyümeyi
sindiremedik belli ki
toprağa serdik sevdiklerimizi
kaç bahar geçti
hiç biri tek dal filiz vermedi
büyümek yetmedi
istediğim o mızıkayı
hayat denilen mızıkçı
getirip çocukluk elime vermedi...

Kimseye söylemedim ağladığımı
Bir Allahın kulu
Yastığımın altına sakladığım
kederli sesimi işitmedi...

AZADLIK

Beklemeyin beni gelen bahara
Kış ayazında ısındım ya
Ne gam çıkamasam bu yaza
Gözlerimde bir hayal
Kara gözlerinin derinliğinde
Özlediğim bir hayat doğuyor

Beklemeyin dostlar sevdinizse eğer
Kırılmasın gönül kâseleriniz ne olur
Bırakın bende Ömrüm’e gideyim
Yeterse vadem saçlarını öpeyim
Kaç kere yaşanıyor hayat
Ve kaç defa geliyor bahar
Sonuncusunda yol çıkıyor
Falların yalancısıyım
Gayb’ı bilen bildiği gibi okuyor

Beklemeyin beni
Ağaçlar ben yokken filiz sürsün
Bu yıldan tezi yok kırlarda bensiz yürüyün
Bırakın gönlüme kırılmayı akşamın sefasına
Kokuları mesut etsin bensiz sabahlarda
Seyredin şu hayatı nasıl sürüyor
Her güvercin sevdiği dalda duruyor

Çağırmayın kalbinizden beni yalvarırım
Azad edin cümleniz birlikte
Er kişi niyetine helal edin hakkınızı
Gideyim bir geç zaman sarhoşluğuma
Yetmez mi artık gülüşleriniz, gül zamanımda
Yakıştıramaz mısınız bir gülistan da bana
Rıza edemez misiniz hakkıdır deyip
Git sen de gül diyemez misiniz
El bağı da olsa, gül dalım
Deli gibi mevsimsiz tomurcukdayım...
KARA PİSİ

Biliyorum kimse yakıştıramayacak
Bu kalemden çıkacak bir mutlu sonu
Belki de tarihinde son defa yazılacak
Tam da kışın bastırdığı şu kar ayazında
Kaybettiğim kara pisim uyandırdı sabaha
Buradaymış meğer tam da kalbimde
Hiç gitmedim dedi
İyi de hiç sevemedim kara tüylerini
Nasıl ses etmeden bekleyebildi
Kara pisi işte, ne yapacağı belli mi?

Mırıldansa bulurdum ben onu
Girdiği yerin dibi olsa
Umursamaz çekip çıkartırdım
Özlememiş miydi kucağımı
Ben ki o kucağımdayken
Yemek yemeye gitmeyen
İki örgülü saçlarımla
Küçük huzurlu kız çocuğu
Ömrüm'ce beklemeye razı
İzlerdim kucağımda uyuyuşunu
Sevmedim mi hak ettiği gibi
Ve vermedim mi en sevdiğim
Yemeğimdeki etleri
Kara pisim işte ne yapacağın belli mi?

Seviyorum kardeşim kara pisimi
Gözlerinin arkasında saklı durur
Gülünesi minik yaramazlık hikâyeleri
Denilenin aksine çok da uğurludur
Öpüyorum her sabah
Baharat kokulu minik kulaklarını…
Kara pisim geldi ya, ne yapacağım belli mi?
DÜŞÜMDEKİ KADINA


Bir kadın görüyorum düşlerimde
saçlarını tutturmuş çin çubuğuyla
uyandığında gözleri açılmıyor uzun uzun
kollarını kaldırıyor bulutlarına
ve esniyor gülümseyerek
gülümsemesi hiç bitmiyor
beyaz bir bluz giyiyor her gece
beyaz hayra çıkar derler
ama siyah hırkasını
görmezden gelmek gerek...

2 Ocak 2008 Çarşamba

SABAH, AKŞAM


Bu sabah da uyanabildinse sevin
Gülümse hayat hala dolarken ciğerlerine
Ve duyuyorsan kışın soğuğunu ellerinde
Ayakların tembellik ediyorsa bile
Yürüt kendini alışma
Bugün değilse bile bir gün zaten
Yürüyemeyeceksin nasılsa
Gören gözlerin görmemeye yemin edecek
Yüreğin sevmemeye and içecek
Saçların bırakacak boşluğa tellerini
Bir dost telefonu çevirip
Sesini işitmek istemeyecek
Yalnızlığa meraklı gençliğine küfredeceksin
Bir limansın diyenlerin her biri
Çoktan yükünü tutup açık denizlere gidecek
Takkeni önüne koyup düşünecek zamanlar bitecek
Kısa cümlelere mecbur olacaksın
Bitimsiz sandığın her şeyin bir sonu olacak
Bu sabah aynadaki yüz, el gibi sana burun kıvıracak
Yumacaksın gözlerini yummak ısıtmayacak
Ayak uçlarından bir soğuk bedenine yürüyecek
Gün be gün ölüm filizlenecek vücudunda
Önce kolların sarkacak
Sonra mahallenin çocukları oynayacak
Sündüğü şekliyle kalan elinin üst yanında
Vaktiyle küsen oğlunu anacaksın
Analığını hatırlayacaksın
Geç olacak
Vakit akşamı vuracak
Bir akşam uzandığın şiltende
Ecel misafirin olacak
Geldiğine sevineceksin
Toplayın diyeceksin meleklerine defterlerini
Yol zamanı bileceksin
Münker ve Nekir tutacak ellerini
Tekir kedinden başkası gittiğini bilmeyecek
Arkandan ağlayan kedinden başkası olmayacak

Hayat...
Düştüğün yere kadar süren bir düş olacak...
SAKLIMDA SAKLI


Kaç mısranın içine sakladım
Kaç ceviz ağacının arkasında kokun var
Kaç doğan güne adaklar adadım gelmene
Kaçıncı mevsimdir yoksun
Yokluğundan başka aşk yok bana
Tüm benzetmelerin ardında ismin
Ve tüm üç noktalar senli zaman
Bilinmez bir adamın esmer teni
Kara gözlerinin derinindeyim
İşine yaramadı ne dirim ne ismim
Kefenimde bul huzurunu...Neylim…

1 Ocak 2008 Salı

GELEN YIL'A



Bir yılın defterini daha dürüyorum bu gece
Topladığım tüm yıldızların kafesini açıyorum
Uçsunlar sonsuzluğa yeniden
Dökülsünler benden azade gecelere
Toplasınlar keder avcıları gök kubbeden
Mısralara düşürsünler gülüşlerini
Benden sonraki cümleler de aşka düşsün
Sevenler bilsinler kıymet ablanın değerini
Sevilenler çıkarsınlar damaklarında kalan tadı
Kusurunu bile sevsin sevinsin kadının kızı

Bir sene daha tükeniyor ömrümden
Bu ayak beni götürür artık diyen babam
Bekleyip gülümsesin hudut kapımdan
Damgalı mühürlü bir pasaportum olsun
En kırmızısından
Hep söylediğim gibi on lira pahalı olsa da
Kara gözleriyle kırpsın gözünü maça kızı

Bir yılın daha hükmü gelip geçsin
Eskileri getirip koyduğu gözümün önünde
Gönlümü kıranlara helalliğim duyulsun
Sözüm sussun, üflemeyi öğrenemediğim ney’im varsa
Arkamdan versin dualı nefesini
Yine “la” diyeyim bilen okusun fatiha

Bir yıl daha eskiyeyim bakalım
Gelen yılın ne getireceği malumum
Zira her şerrin sonunu bile hayır diye bilirim
Görene görmeyene selam olsun
Gözümde yaş yok bilinsin
Gülün be canımın içi
Gülün ki veren kıymetini bildiğinize sevinsin…
KADIN, MARTI VE YAŞLI ADAM


Martının kanat çırpışına yükledi ümitlerini. Yaralı kanadının öpülüp iyileştiği son ana sakladı mutluluğunu. Salıverdi sonra tuttuğu kafesinden. Yarasından ve uzundur uçamayışındandı topal kanat çırpışları. Alışırdı, alışacaktı, alışmalıydı. Martı kırığını unutmasa da başka martılardan saklayacaktı acısını. Gözüne dolan her yaşı kıyıya yakın yerlerde denizin tuzunda yıkayacaktı. Pikeleri ava değil, acıya saklanacaktı.

Uçtu adını pembe koyduğu martı, kuşkanatlarını açarak. Dönmeyeceğini bile bile bıraktı mavi suyun gökyüzüyle buluştuğu ufuklarına. Göğe ermeyecekti başı. Kırık kanadında saklanacaktı merhameti. Çirkin çığlıklar atacaktı yine gökyüzünde. Alabildiğine uçacağı günler gelecekti elbette. Tutundu boşluğa martı ve yüzdü havanın akıp giden rüzgârıyla.

Sahilde kuşları seyreden adam bir martı gördü. Diğerlerinden farklı insancıl bir hali vardı. Diğerleri alıcı kuşlar gibi dönerken başında, bu konmak için sanki izin almayı umuyordu. Gel dedi tüm kalbiyle. Kondu martı kıyıya. Denizi seyreden adamı seyir etti. Durdu düşünceli bir halle. Kırıntılar atan adamın yanında, kanadını onaran kadının kalbini bulmaya çalıştı.

Vazgeçirdi adam yaşlı gözlerini, denizi seyretmekten. Martının uysal bakışlarına kilitlendi. Çözülmez bir bilmecenin baş harfiydi adam, son harfiydi martı. Kısa bir cevap bu bilmecenin dört harflik kelimesinde saklıydı. Aradı, aradı. İpuçlarını sorguladı. İp uçlarından biri; yaşayan dedi, öbürü; mertlikten bahis açtı, bir diğeri; sensin diye fısıldadı kulağına. "Ben miyim? Nasıl olur daha küçükken annem anlatmıştı bu hikâyeyi. “Her şey olabilirsin vali bile ama…” demişti bana".

Büktü boynunu martı. Adam, boynunu büktü. Geçip giden zamanların tüm hatalarını aldılar ortalarına. Martının kanatlarına geçirdi çileyi. Yumağını sardı zamanın. Düğümlerini ayıkladı tek tek. Aralarından su bile sızmadı.

Bir zaman böyle yaşadılar, günün, akşama yakın saatlerini. Saat kulesi olmayan şehrin patırtılı ayakları, araçlarına doluşmuş egzoz dumanına boğmuşlardı denizin güzel havasını.

“Gideyim” dedi martı.

“Git” dedi Adam.

“Adam sensin” dedi Martı.
Güldü adam.

“Bu hesabı tutturabilen bir tek sensin” dedi. “Bir hata yapmış olmayasın?” bakışıyla baktı martıya.

“Hayır” dedi kanadının kırığı kaynayan martı, “sana kanım kaynadı demek sen Adam’sın. Ben bir Adam tanıdım sende ve bir kadın hatırladım kanadımın sızladığı yerinde.”

“Uç” dedi yaslı adam, “Ben o kadını bulmayı çok isterdim. Kim bilir belki benim de kırık kollarıma merhametli ellerini sürerdi ve iyileştirirdi bu hayat daha tükenmemişken.”

“Ben de isterdim” dedi martı. “Bilmeni isterdim, kendi kırıklarına merhem bulamazken, kanadıma sardığı şifayı. Bahçesinde büyüttüğü sevgilerini nasıl koynundan çıkarıp çıkarıp kanatlarıma sardığını.”

“Sus artık” dedi yaşlı adam. “Bitip giderken bir hayat, aratma bana bu saatten sonra beni yürütmeyen ayaklarımla nerede olduğu bilinmeyen o kadını. Yaşamadan vazgeçtiğim her şeyin arasına yazayım ismini ve hayalimdeki yüzünü yaşatayım. Gülen gözlerinin hayaliyle uyansam yeter bundan sonra. Demek varmış böyle bir kadın. Demek yarasından önemliymiş başka yaraların sıhhati. Demek bir yerlerde martılara annelik yapan bir kadın yaşarmış halâ."

“Gün bitiyor” dedi martı. “Geç kalma daha fazla serinledi sahil, üşüyeceksin. Sende bende gidelim tüneklerimize.”

“Sokulup ısındığın başka martılar var mı?” diye sordu adam.

“Olmaz mı?” dedi martı.

Bir damla yaş süzüldü adamın yanaklarından.

“Neden?” diye sordu martı.

“Çocukluğumda kuş olmak isterdim de ondan” dedi adam. “Ama büyüklerim insan olmanın çok daha güzel olduğunu söyleyip vazgeçirdiler beni. Bir gün yalnız ve soğuk bir eve mecbur olacağımı bilmiyorken, içimden bir ses kuş ol diyordu, o çocukluk zamanlarımda. Babamı görmek istiyorum bu gece düşümde. Yine küçük bir çocuk olayım kucağında ve ne kadar yanıldığını anlatayım babama ve bir martının gözlerinde anlattığı gerçekleri, bu geceki düşümde.”

Kırık kollarını sokarak ceplerine, doğruldu oturduğu yerden ve martı kanatlandı. Acılarını sakladılar aralarında. Biri tüneğine diğeri yalnız evine doğru ufukta kızaran güneşi arkalarına alarak ayrıldılar.

Gelen gecenin yıldızlarına yumdular gözlerini. Hayat, yaşamaya cesaret edemediği bir
çok güzelliğin elinden uçup gidişine göz yummaktı biraz da. Hayat, gülmeye değer, yalnızlığa tahammülsüz, acılarına razı olunan bir zaman yumağıydı. Anladı ki yürümeyi öğreten anasıyla babası, uçmayı öğretmeliydiler, bahçedeki ceviz ağacının gölgesinde.

Denk gitmeyen bir zamandı hayat. Bir martının kanatlarına takılan şans, parmak uçlarına bile dokunmadan uğurlayacaktı yaşlı adamı hayattan.

"Hayat, heyhat..." diye küstü bahtının baharlarına. Bir kadın vardı merhamet bulutları gibi yağmaya hazır. Ve bir martı bile çok daha şanslıydı işte. Yürüdü kaldırımları, görmeyi sürdüren gözleriyle. Yüksünse ne olacaktı ki. Yağmur çiselemeye başladı kır düşen saçlarına ve çökmeyi ezberleyen omuzlarına. Bir güleç yüz bulup buluşturdu yinede ve bir türkünün paçalarından asıldı ıslığında. Islanan gözlerine bahanesi oldu çiseleyen yağmur. Boş bir ev vardı gözüne görünmeyen. Dolmayan bir hayatı özleyerek yürüdü mutluluğuna dair. Uzakta kaldı sahilde kurulu bank, köşk misali. Bir martı, bakışlarında nasılda kafasını karıştırdı. Üşüdü yağmurluğunun altındaki yaşlı gövdesi. Adımlarını sıklaştırdı. Hızlandıkça kavuşmasına daha da az kaldı yalnızlığına. Çok değil, birazdan açacaktı anahtarıyla kapısını ve öpecekti bir başına bekleyen yalnızlık dudaklarından. Sonra bir çay koyacaktı ocağa nasılsa ve bir fincan çıkaracaktı, tembellikten almayacaktı ince belli çay bardaklarından.

Oturacaktı çalışma masasının başına ve yakacaktı masa lambasını. Perdesini örtmeyi sevmediği odasından zayıf bir ziya "ben de varım" diyecekti tereddütle, yoldan geçenlere. Uzun uzun kalemi tutup sızlayan parmaklarıyla başlayacaktı yazmaya martının hikayesini. Kendine saklamayı ne kadar isterdi halbuki o güzel kadını. "Olmaz" dedi, değilmi ki bana değildi merhameti, değilmi ki bir martı'ya yeten merhametini bana göstermedi, bir sitem duyulmalıydı geçip gittiği dünyadan geriye kalacak olan hikayesinde. Kim bilir diye düşündü, ben onu yazdığımda belki de okumayı seven biridir ve okur bu yazdıklarımı. Martı kanadını iyileştiren bir kadın okur arkamdan okunacak, kimsesizliğimin duasını...

Aylardan Ekim, yerlerden yedi tepeli şehir, hanelerden bir başıbozuk yalnız hane. Birde ben işte, hikayedeki yaşlı adam. Daha ne olsun bundan başka...

2008

DİN... SİZ... SİN... İZ...

............................(HAKİ... KAT... EN ! )



SİZ... NE... BİL... DİN... İZ...

............................(GER... ÇEK... TEN !)



BİZ... SİZ... DİK...

............................(VE... SİZ !)



DİN... SİZ... DİN... İZ...

............................(GEL... DİK!)



BİZ... SİZ... DE... DİN... DİK...
BALIKÇI VE KADIN




Kanayan kadın ayaklarının yumuşaklığından
Sızıyor yosun kokulu bir umman
Denizkestaneleri acımıyor
İstiridyeler kabuklarını bileğlemişler
Isırıyor cümle deniz canlıları
Isırıyor yaşamak kadının kalbinden

Esen yel getiriyor bir gemicinin sesini
Öpüyor sıyrılan gömleğinden ensesini
Köpürüyor sular kararıyor kuytular
Uykulara dolanıyor yırtılan ağlar
Sarıyor sular kederli kadınları
Öpüyor kızaran gözlerinden

Kumlarını bulaştırıyor sularına
Yıkılıyor kumsaldaki izler saçlarında
Bir yoksul balıkçı görünüyor uzakta
Yorgun gözlerinde canlanıyor eski zaman
Hikâyelerini uydurup savuruyor
Yormuyor biten hayatları
Çıkarıp uzatıyor kalan ümidini cebinden

Gençken bulduğu tek pembe inciyi uzatıyor
Kadın, acısını bırakıyor balıkçının gözlerine
Ellerini uzatıp avuç açıyor
Satın alıyor hayatı tek bir gülümsemeye
Çekiyor dalgalar soğuğunu içine
Kumsalında sakladığı kadınının göğsünden…

MUTLULUK

Kır şu direksiyonu toprak yola
Çık yoldan artık biraz da
Düz yolda ne umdun ne de buldun
Arayınca bulacaksın nasılsa
Belanın bittiği yerde Mevlanı
Edeceksin nasılsa bildiğin dualarını

Oyna ama içinden, sev ama kendini
Kıymet abla ziyaret etsin bir de seni
Yeniden dağıt şu hayatın kağıtlarını
İyice karıştır bu defa papaz sende kalmamalı

Her kadehi zaman say ve kır
Saatini mutluluk denen ütopya’ya kur
Yeni bir resim çektir
Eline al fırçanı tuvalde hayatını elden geçir
Yeniden boya,
Göller pembe, rüzgâr gül kurusu renkte
Soğuklar yorganının gerisinde
Yavru bir kedinin gölgesinde
Silinsin hayaletler kederlerinde
Geçmişin ipi çekilip unutulmalı

Gel artık yanıma yamacıma
Gir kollarımın kanatlarımın altına
Dünü silkele balkonundan aşağıya
Savrulsun her biri başka bir hayata
Kalmasın asık suratından esame
Gülüşlerimden takayım yeni yüzüne…

GEMİCİLER

Denize komşu köyün koyunda
İstiridye kabukları birikiyor…
Birde sevgililer,
Gecenin koyuğunda gülüyor
Seherin yeli yetişemiyor
Rüzgâr azad etti her birini
Ellerindeki düğün kınaları
Tek leke tenlerinde
Ve kirli bir aşkın masumu
Hilal kesiği aksak gece
Sessizliğe küfürlü bir sitemde

Denize komşu köyün koynunda
Ak köpüklü dalgalar bile
Silemediler günahı
Ağartmadı yüzlerini doğan gün
Ve şifa olmadı
Denizin acı tuzu
Âşıklar masum bir sevginin
Masunları olarak ağladı
Deniz her birini ortak etti kendine
Ortak etti yağan yağmurları
Fırtınanın gelişiyle büyüdü
Güzel çocuklar
Unuttular koyda olanları

Gemiciler koyun koynundaki
Masum masallarda
Büyüttü denize aşkları
Yıldızlarda buldukları yön gibi
Koyda saklanan âşıklarda
Sakladılar gördükleri yangıları…