11 Ocak 2008 Cuma

SARDUNYA KOKUSU

Otogarda indiğinde, gideceği yeri bulmak için adresi sordu gelişi güzel birine. “Kardelen mahallesi ne tarafta kardeş?” Saçı sakalı iyi kötü toparlanmış bir adamcağızdı. Önce, baştan aşağıya süzdü ayaküstü soru soran yabancıyı. “Şu ileride çarşı var abla oraya git” dedi “orada sor bir esnafa. Çarşının arkasındaki mahalle, kardelen mahallesi. Kolay bulursun merak etme”. Umursamaz ve boş gözleriyle “sağ ol” dedi kadın. Öyle ya yardımını görmüştü madem sağ olsundu. Çok da tekin değilmiş gibi geldi adam ama korkularını yitireli çok uzun zaman olmuştu. Gerisinde bıraktığı adam, yeniden dönüp baktı adres soran kadına ve “içini ürperten bakışları var, ölü bakışları gibi” diye düşündü. Evet, güzel bir kadındı ama gözleri… Gözleri çok tekin bir kadın olmadığının ispatıydı. Ürpertti kadının bakışları. Sair gün sair biri olsa “hayırdır abla kimlere geldin” diye sorardı. Gıkını bile çıkarmaması gerektiğini okumuştu kadının gözlerinden. Hayrolsun inşallah diyerek baktı kaldı öylece uzaklaşan kadının arkasından.

Çarşıya kadar elindeki ağır valiziyle el değiştire değiştire, aralarda otura dinlene yürüdü genç kadın. Üzerinde siyah bir pantolon, sırtında haki bir mont başında sımsıkı bir eşarp. Ayaklarında düpedüz topuksuz, uzun yürüyeceğinden haberli ayakkabılar. Bakıldığında otuzlu yaşlarında gösteren, bakışlarında ise çoktan öldüğü belli olan bir kadından başkası değildi. Birileri ölürken görmüş olmalıydı. Hatta ölümüne sebep birileri vardı mutlaka. Her nedense gömmeyi unutmuşlardı belli ki ya da belki de öldürmüşler ama gömmeye fırsat bulamamışlardı genç kadın. Bakışlarındaki mavi derin boşluk geldiği şehre korkulu bir sessizlik indirmişti. Tuhaf tuhaf bakıyor ama gözlerini kaçırmaya çalışıyordu yanından geçenler. Çarşının tam ortasından efelenerek yürümek değildi niyeti. Ama görenlerin kenarlara sığınma hissi onu öylece, ortalıkta tek başına bırakıyordu istemeden. İlkin kafasındaki düşüncelerinden sıyrılıp farkına varamamıştı sonra birden yolda yapayalnız bir nazarın ortasında kalakalmış olduğunu anladı. Bir ara şaşkınlığından ayağı tökezledi. Kendine getiren de bu oldu zaten yeniden. Bu şehir… Yabancısı olduğu bu şehir, bir yolunu bulup kucaklamalıydı onu. Yaşamın kenarında uslu uslu dururken, bir yerinden tutunmalıydı hayatın.

Yaşlı bir esnaf kestirdi gözüne, çarşıda. Dükkânının önünde tespihi elinde güneşe kendini bırakan, halinden memnun bir yaşlı adamdı. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar özenle sıyırmıştı. Yummuş gün görmüş gözlerini. Yaklaştı sessizce “affedersin bey amca, Kardelen mahallesi ne tarafta diye soracaktım ben”. Yaşlı adam, hapsettiği göz kapaklarından azad etti, açık mavinin açığı gözlerini. Yüzündeki çizgiler, yaşadıklarının ispatı gibi açık aleni bir gülümsemeye dönüştü birden bire. Hemen cevap vermedi. Misafirin gözlerine baktı. “Hoş geldin hanım kızım” dedi öncelikle. Beklenmeyen bu karşılama, fazlalık gelen bir sevgi hissettirdi genç kadının gönlüne. Temkinliydi yine de. “hoş bulduk bey amca, kardelen mahallesini arıyorum ben”. “Bulursun evladım…Aranıp da bulunmayanı var mı? Hıkdan hamurdan kesilmişsin hele otur bir çayımızı iç evvela”. Hissettiği şaşkınlık elini ayağına dolaştırdı kadının. Bu da nesi diye geçirdi içinden. Emir almış bir asker gibi gösterilen tabureye çöktü, oturmaya mecbur olduğu hissini atamadı içinden. Çırağına seslendi “bize iki çay kap gel bakalım” diyerek, mavi gözlü ihtiyar adam, “yanında da öte beri”. Kadına döndü sonra, “hoş geldin hanım kızım, İstanbul arabasından mı indin?” “Evet” dedi kadın. “Oooo, terminalden yürüdün mü a be kızım otobüs geleli bir saat oldu” dedi saatine bakarak. Başını salladı kadın. Öğlen olmamıştı daha. “Gitseydim ben bey amca, bana mahallenin yerini deyivereydin keşke”. “Acelen ne be kuzum, baban sayılırım ben senin. Kimlerdensin diyecem, belli buralardan değilsin. Hayırdır nereyi ararsın bakalım söyle de deyivereyim nerde olduğunu”. “Hancı oteline gideceğim” dedi genç kadın. Gülümsemesi kesildi yaşlı adamın. “Oyy be kızım, öyle böyle değil, büsbütün yabancıymışın ya sen.” Bakışlarının boşluğunu doldurmaya başladı konuşulanlar genç kadının. “Gidecek yerim yoktu bey amca, İstanbul’da terminalden bin dedi bir arkadaşım inince sora sora bul dedi, bilmem buraları ama buralarda her mevsim sardunyalar olurmuş” dedi. Gülümsedi yaşlı adam. “Vay be kuzuma, demek sardunyamızın misafiriymişsin. Hadi bakalım, diyen doğru demiş. Buranın sardunyası hiç eksik olmaz.”

Çayları getirdi çırak, arkasından kare bir paket açtı sehpanın üzerine. Yağlı kâğıdından kar beyazı bir peynir kuruldu küçük kalaylı tepsinin üzerine. Fırınından yeni çıkmış çıtır çıtır ekmekle, dört tane kokulu al domates ve bir çay tabağında azıcık tuz. “Buyur” dedi yaşlı adam. “Bıçak yok nasıl böleceğiz” dedi genç kadın. “Bıçağa hacet yok evladım” dedi. Taktı parmaklarını domatesin başından tek hamleyle ikiye böldü “parmakların yeter sana” deyip yolunu gösterdi. Ekmeği böldü genç kadın. Yaşlı adamın ilk lokmayı almasını bekledi. Ardından uzundur feri gitmiş yüzüne kan geldi doydukça. Yaşlı adam memnun oldu iştahlı misafirinin bal börek yercesine aldığı keyiften, “şifa olsun evladım” dedi. “İyice doyur karnını bakalım, sonra işimiz var seninle”. Anlamadı kadın ne işimiz olabilir diye. ürktü önce. “Teyzen gelsin önce, anlatırım” dedi, yüzündeki gülümsemeyle. Bir saat sonra hayatının baştanbaşa değişeceğinden habersiz “kendimi koruyabilirim” diye telkin verdi kendine. İnce belli çay bardağındaki sıcacık çayını içti genç kadın.

Sokakta yürüyenler adamın yanında oturan kadından çekinmez olmuşlardı. Gelenler gidenler, yabancıyı umursamıyorlardı artık. Gözlerinde ilk geldiği zamanki boşluk kalmamıştı. Gülümsememişti de ama. Yalnızca izliyordu. Bunca zaman sonra, hayatın tüm anları belli olan mahkumiyetinin ardından özgürlük denilen yabancıya alışmaya çalışıyordu.

Beyaz tülbentli, ak pak yüzüyle bir kadın geldi fırının önüne nihayet. Vakit öğlene yakın zamanlar. Elindeki sefer taslarını bırakmaya gelmiş olduğu ortada. Yaşlı adam buyur etti hanımı küçücük sofraya. “Hoş geldin hanım sultan, sefa geldin. Sardunyalara misafir gelmiş bu hanım kız, onları ararmış sen tarif et yolu diye beklettim ben” dedi. Yaşlı kadın, “ İlahi Âdem efendi, şaka etmeyesin, desene beklediğimiz misafirimiz gelmiş” deyip gülmeye başladı. Sevinci inanılmayacak kadar büyüktü. Genç kadın şaşkınlık içinde yaşlı fırıncının adının Âdem olduğunu öğrendiğini kâr hanesine yazmış ama bu yaşlı kadının neden bu kadar sevindiğini bir türlü anlamlandıramamıştı. Yaşlı kadın bir yandan gülüyor bir yandan genç kadını seviyordu. Yaşlı gözlerini elinin ucuyla tuttuğu tülbentiyle gözlerini silerken bir yandan da gülümsemeye çalışıyordu. Kalkmak istediğini düşünüp kıpırdanınca genç kadın, yaşlı kadın ellerini uzattı ve sıcacık tutundu ellerine. “E be kuzum, ne zamandır bekler sardunyalar seni bilir misin sen?” Sardunyalar neden beni beklesin diye düşündü genç kadın.

Yaşlı adamla kadın ellerini birleştirdiler. Fırıncı Âdem metin durmaya çalışarak, konuşmaya başladı. “Evladım şaşkınsın biliyorum. Bu hanım benim kırk dört senelik hanımım, burası bizim memleketimiz. Fırıncılık benim kayınpederimin mesleği. Vaktiyle bir hata edip, mahpusa düştümdü. Çıkınca gözüm bir şey görmedi. Düştüm yola. Yol beni buraya getirdi, Havva teyzeni bu çarşıda gördüm ilk. O vakitler çocuktan az büyüktü. “Ağabey çay içer misin?” deyip beni şimdi oturduğun gibi bu taburelere oturttuydu. O zamanlar kayınpederim çıkıp fırından Havva hanımın başını okşayıp afferim benim kızıma dediydi. Sonra karşıma oturup sohbet ettiydi benimle. Dinledi…dinledi uzun uzun hikayemi, arkasından dönüp, “kal burada buranın sardunyaları güzel kokarlar. Yanıma çırak ol meslek öğreteyim sana” dediydi. Kaldım bende. Birkaç yıl sonra Havva hanımla evlendik biz. Bir kızımız olsun isterdi hep. Bir zaman bir rüya gördüm diye uyandı güne. Bir hazret gelip demiş ki Havva hanıma, “evladım, sen kederlenme Allah senin kızını doğurttu gelecek, bekle hele hem de büyütüp verecek sana. Bekle sardunyalarının kokusunu duyup gelecek” . Havva Hanım döndü genç kadına, “ sen misin sahi, nihayet geldin mi kızcağızım”.

Genç kadın neye uğradığını anlayamadı uzun zaman. Sardunyaların kokusunda yeni bir hayata gidiyorum derken yeniden doğacağını hiç düşünmemişti.

Sarıldılar Havva anneyle birbirlerine. Âdem baba, yanına çırak etti genç kadını. Hancı otel… Şükür ki yalnızların boş odalarına yolu hiç düşmedi genç kadının. Yaşlı bir evin pencere pervazlarından sarkan sardunyalarının kokularına uyandı sabahları. Sardunyalı bir şehir vardı uzakta, kim gelse bağrına basası gelirdi sanki. Olmaz denilen bir hayatın imkânsız denilecek varlığı sarıldı genç kadının boynuna.

Çocukluğunu unuttuğu eski eksikli kasabadan sonra ilk defa sardunya kokulu bir başka kasabada gözlerini yeniden huzura yumdu. Yol yorgunu gönlü bir daha hiç uyanmam zannediyorken, en erken sabahlara uyanmanın mutluluğuyla zamanın acılarını sardunyalı şehrin güneşlerinde kuruttu.

Hiç yorum yok: