5 Ocak 2008 Cumartesi

HAYAT FELSEFESİ

Hayatı çözmeye uğraşmanın bir anlamı yok belki de aslında. Öylesine hükmünü sürdürüp gidiyor ya nasılsa. Aynılıklar… Farklılıklar... Kimi zaman karşılaştıklarımızın üzerlerindeki benzer entariler gibi gözümüze çarpıyor.

Bir zamanlar yaşananlarının üzerinde, iz bile bırakmıyor hayat. Yalnız isimler kalıyor hafızalarımızda. Telafisi olmayan hatalarımız ve acıyan bedenimizle sürüp gidiyor yol. Yeniden yaşanmıyor hiçbir güzel an. Anlatıldığı kadar ferahlatmıyor üstelik zaman geçince. Keşke’lere bürünüyor cümleler. Denmesi sakıncalı olsa bile bu keşke’ler. Elinde olmadan yol ayrımları getiriyor hayat. Tercihler yapılıyor. Gidenler giderken, kalanlara sabretmek kalıyor bir tek.

Kibriyle uğurlananlar onca yıldan sonra aynı kibirle çıkıp geliyor ya bazen. Bu ne aymazlık diye düşünüyor insan. Zevklerden mahrum hayatların içerisinde satın alınan mutluluklarla zenginleşiyorlar. Hallolmayacak mesele kalmıyor kafalarında. Bir kır çiçeğini koklamayı öğrenemeden basıyorlar dikkatsizce üzerine. Bir tohumun nasıl çatladığından habersiz, umarsız. Varsa yoksa satılık bir hayat.

Alınabilecek ne kadar hayat varsa alabilmeliler. Zira hayattan alabilecekleri çok fazla şeyleri asla olmayacak. Avunabilecekleri üç beş oyuncağın onlardan esirgenmesi ise büyük haksızlık olacaktır mutlaka.

Yaşanması gereken o kadar güzellik varken aklı sabit olup bir noktaya kilitlenmenin insana vereceği zararı düşünemiyorum bile. Kıra inemeyen ayaklar kaldırım taşlarını eskittiğini düşünürken kalplerine yol bulan taşın soğuğunda görüp durduklarından başka bir şekle bürünmüyorlar. Bu yüzden dostlukları yüzeysel, acıları sert, sükûtu hayalleri uçsuz bucaksız sokak araları gibi şehir insanları. Hâlbuki kırda yaşayan insanın gelecek yıllara büyüttüğü umutları, sevinçleri ve hakiki hazları yaşanıyor güneşlerin altında. Yanaklarındaki gülümsemenin bitimsizliği bundan ve kızaran domatesler yanaklarında biriktiriyor hayatın lezzetini. Yaşayarak ölmek lazımken, yaşarken ölenlerle kederlerimizi avutuyoruz. Ve hayatın orasını burasını sündürürken ve felsefesinde aklımızı yorarken çoktan kaçırdıklarımızın muhasebesi gelip kuruluyor başköşeye.

Kendi ellerimizle ürettiğimiz taptaze kederlerimiz, sıkıntılarımız, hafakanlarımız var ellerimizde. Kendi cinnetimizin müsebbibiyiz. Kendimizden sorumlu olduğumuzu bile bile, başkalarının sorumluluklarını sırtlamaktan yorgunuz. Mutsuzluğumuzun temel sebebinin bizden başkası olmadığını bilmek rahatlatmıyor. Tersine ıstırabımızı kamçılıyor günden güne. Unutulması gereken geçmişlerimizi gömemiyoruz hayatın toprağına. Diriltiyoruz her defasında. Bir nebze mutlu bir gülümseme adına büsbütün acılara sürükleniyoruz yeniden.

Kurulan tüm planlarımızın üstünde hayatımızı planlayan bir makam var oysa. Biz yalnızca isteklerimizi dillendiriyorken o halli için kapılar açıp, köprüler kuruyor önümüzde. Yapmamız gereken tek bir şey kalıyor bize: Geçmişi geçmişte bırakmak, geçmiş hatalarımızı yeniden yaşama hevesine kapılmamak ve yaşanılan günün getirdiği yenilerde mutlu olmayı başarabilmek.

Memnun olmadıklarımı tespit ediyorum bu aralar. Her birini usul usul çıkaracağım hayatımdan. Kurulması gereken bir dünyam var bekleyen. Yaşanması gereken mutlu günler, denizden çıkacak bir güneş ve sularda yüzünü resmedecek bir ay zamanı.

Hayat… Felsefesini yapmak için durup beklenmeyecek kadar güzel ve aşık olunası bir zaman hediyesi…

Hiç yorum yok: