ÇIKMAZ YOLLAR
Gönül bazen dışındakileri görebiliyor. Hatta uzak olanı bile. Bir bir kalkıyor perdeler sonra. İlk önce korkutuyor sonra alıştırıyor yeni haline. Anlıyorsun ki, göz dediğin kör, gönülse zannettiğinden daha zengin ve asıl onunla görülmeye değer dünya. Çok zaman dünyama “göz yummam” bundan. O kapandığında gördüklerimin kat'iyyen bir sınırı yok. Göz yumuyorum bütün bir hayata ve geçip giden tüm zamana.
**
“Yaz” dedi, “yazdıkça açılacak kaleminin ucu sivrilecek. Acıtacak evet ama anlatılamayan bir şey kalmayacak. Kanayan yüreklerin şifası yine de paslı bir çivi gibi saplanan kelimelerinden gelecek”.
Nedir bir adamı bu kadar emin kılan?
Kurgularında kırılan bir kader çizgisinin sürüklediği eylül yaprakları değil mi geçen zamanlar. Rüzgârın uğultusunda duyulmayan hıçkırıklarımı duymuş bile olamazsın. Boğuktu nefesim çünkü iç çekişlerim derin sarsıntılarımdandı. Yolun her köşe başında ha şimdi ha birazdan diyerek, bırakmadım mı ümitlerimi ölüme. Oysa şimdi gelmiş bana "yazmalısın" diyorsun. "Yalnızca seni görmek için çok zaman açıyorum senli sayfaları" deyişin çınlıyor kulaklarımda, sessiz çığlıklara bürünüp. Büründüğüm dumanlarımı savuruyor gülüşlerin. Gidişlerinin hepsi bir sahte festival. Ardında kalan aşk kırıklarından habersiz gibi yürüyorsun şehrin sokaklarında. Bir başına yürüdüğün ev mesafesi yolun, uzuyor gözünde belki. Yine de ne kadar beklersem bekleyeyim çaldığın kapı, çevirdiğin anahtar seni beklediğim evimin kapısı olmuyor.
“Mor Mürekkep”i okuduğumdan bu yana, hiç bu kadar heves etmemiştim kaleme. Hiç bu denli tutuşmamıştı ucunu yaktığım beyaz sayfalarım. Her biten sayfa, beyaz güvercinler gibi uçuşmaya başlıyor bu aralar.
Denizi görmeyen toprakların kuşu... Beyaz güvercinler. Dönüp duruyorlar penceremden baktığım boşlukta. Onurla, gururla süzülüyorlar gökyüzünü delen minik kanatlarıyla.
Kanatlarım olsun diye duaya duruyorum. Kar kış demeden, pencere pervazına konsam ve sen gelsen bozulan gece düşlerini aramak için, perdeni aralasan. Sürme çektiğim gözlerime gülümsesen yarım yamalak. “Geldin mi?” diye sorsan içinden. Sakın dökme önüme tek bir kırıntı. İstemem. Kim olsa döker bu kadarını. Gönlünden kopup, gözüne yol bulan iki damla tuzlu suya zemzem diyerek talip oldum. Ben beklerim her gecenin dipsiz karanlığında tıklattığım pencerenin fersiz sesini duymanı. El bağının hırsızlığı bana düşmüş demek, o halde soğukta kalmak da bana yakışır.
Bu karanlık şehrin hangi alaca karanlığında kör bakışlarla uçmuşsam yıllarca neden ve ne için göremedimse vakitli baharını, şimdi ayaz bana yakışır gül efendim.
Hangi hazrete gitsem yol bulamam sana. Esamenin okunmadığı çıkmazlar dizilir önüme. Hangi adağımı kurban edecek olsam üç İbrahim büker boynumu. Tek bir çaputumu bağlamam, bahçemdeki kayısı ağacıma. Yolların bağlanmasın bana, neylim. Çıkmıyor bu ara Çin porseleni fincanlarımdaki kara telvede yol. Yorgun bir kadın bir yokuşun başında durmuş yine. Sadece ağız tatlılığı kalmış dilinde senli sohbetlerinden.
Elime vurduğum bıçağın acısı yoklar yokluğunda, beni aklından geçirmediğin zamanlarında. Görmezsin, içime akan o kor yaşı ve delirip taşan kanı.
Nasıl bir adalet bu böyle? Her akşamın ayazında, seni bekleyen bir yanım gözyaşıma boğuluyor ya içimde patlayan hıçkırıklarımda. Her akşam işinden çıktığında adını “sana çıkmayan yollar” koyduğun kaldırımları yürüyorsun ya sende. Bu kadarı çok. Bu kadar birbirine yürüyen hangi iki yol aynı rotayı tutturamaz. Hangi iki deniz kavuşmaz bu kadar geceli gündüzlü akışına rağmen.
Yalan mı söylemiş söyleyen, hani dağ dağa kavuşmazdı da insan insana kavuşurdu. Madem insanlığıma inat kavuşmak haram kılınmış, dağ olayım ben de o zaman. Döneyim sırtımı pencereme, görmeyeyim ne doğan günü ne gelen geceyi. Küseyim parlayan güneşe, yağan yıldızlara ve cemaline vurgun olduğum aya. Madem dağ olacağım benim de başıma duman lazım diyerek, sana inat yakayım bir sigara daha, kızacağını bile bile. Sana ne çok ihtiyacım olduğunu bildiğin halde uzağımda kalmana sitemle. Bu akşam bir defa daha seni kendime unutturmaya and içeyim, Tanrı huzurunda. Tanrı gülsün hiç değilse yüzüme. Hiç değilse o silsin, merhametle gözlerimi.
Yoksun ya… Yokluğunda bile akşam oluyor biliyor musun? Hatta eş dost hatırına yemek bile yeniliyor, düğüm düğüm olsa da boğazımda. Kimseye göstermeden uyunacak zamana kadar süren, bir içime ağlama hüküm sürüyor uzun zamandır. Münir Nurettin Üstad’ın Kör Kuyularda kalışının sırrını çözüyorum “yoksun”lu gecelerimde. Uyuyakalıyorum bir o koltukta, bir bu koltukta. Üzerim açık kalıyor. Çok geçmiyor karlar yağıyor üzerime. Uykumda titriyorum, rüyalarım sen oluyor.
Kendine iyi bak diyorsun ya hani. Fena halde tepemin tası atıyor bu sözünle. Ben, beni sende unutalı uzun zaman olmuş oysa. Bende olmayana, değil iyisinden, bakmak bile gelmiyor ki içimden. Sen bakıyorsun ya gördükçe uzun uzun, bu yetiyor canıma. Yokluğunla başımda çörekleniyor bir yalnızlık tünediğim masamda ha babam yazıyorum. Her mısranın bir ucundan gülümsemen cilve yapıyor. Bazen de yek bir satırın başında ismin sual olup saklanıyor. Hani meraklanıyorsun ya özlüyor musun beni diye, evet şehrin bu tarafında hala uykulu gözleriyle bir kadın, vehmediyor sadece senli bir hayatı.
12 Ocak 2008 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder