1 Mart 2008 Cumartesi

HOŞ GELDİN

Geceye koşuşturan saatler kan revan günü düne çevirmeye azmetmişti. Ay hilal miydi dolunay mı bilmiyorum. Bakamayacak kadar az bıraktım kendimi şehrin ayaz akşamında. Yıldızlar vardı ama mutlaka. Gecenin düğmelerini ilikledim kubbeyi arz’da ve üşümeyi sokakta dolaşanlara bıraktım. En parlak yıldız, avuçlarına ellerimi teslim ettiğimdi. Gecenin koynundan ve ayazından kopardık bizi. Ellerimizde alışveriş poşetleri, sığındık bizi bekleyen kapının arkasındaki hanemize.

Bu gece, kavuşmanın ertesine yolcu edecekti bizi. Gecenin sonunda sen gidecektin. Ben yalnız hayatımın içindeki bir başınalığımı, varlığımla bozmaya devam edecektim. Oyun bozan olmadığım çocukluk zamanlarıma inat, oyun bozan bir kadın olmuştum işte. Bozgunculuk sonradan edindiğim adetti. Kendi düzenimin içinde kimseye bozdurtmadığım bir yaşamak oyunum vardı. Sürmeliydi ışıklar sönse, perde kapansa bile. Oynayan ben, alkış tutan ben...

Gidişlerin alışkanlığımdı. Senede bir gün şarkısını, vaktiyle böylesi bir sebeple yazmışlardı belli ki. Öyle alışmıştım ki bu gidişlere, kimsenin sevmediği bu gün, keyfimi kaçıramıyordu. Umursayamıyordum. Şu an birlikte olmak kâfi derecede mutlu ediyordu ya nasılsa. Sadece gelmelerin, aynı sofraya oturmamız, sohbetle birlikte hazırladığımız yemeğimizi yerken gülüşmelerimiz ve gözlerinden içtiğim kim bilir kaçıncı şarab… Ve arkasından tutturduğun kışı kâbus gibi soğuk coğrafyaların kar yangını bir türküsü. Başını eğip, o mahcup söyleyişin…

Geldiğin yerlerin, saçlarında biriken yorgunlukları var, gözlerinden okunan yalnızlıklarının yanında. Omuzlarından avuçlarıma topladığım, başağrıların… Herşeye rağmen bir hayat var sürmeye mecbur çarkında. Birkaç saate sığan gelişinle sade bir huzurla dolup, yeniden yollara düşeceksin kararttığın gözlerinin yollarında.

Kalabalık sokaklar, kalabalık yalnızlıklar, hayatı gözünde büyüten sevdiklerin ve lüzumsuz bin türlü sebeple uğursuz bir urba gibi kendi huzursuzluklarını senin üzerine giydirenlerin girecekler yeniden kollarına.

Aldanma sen ellerimin küçücük olmasına ve gövdemin seninkinin yanında yere daha yakın bulunmasına. Senden daha uzun yaşamış olmanın derin sükûtu ve huzuru ruhumu dolduralı çok oldu.

Hiç soru sormamak esas olan. Bir dolu sorun bir dolu sıkıntı ve küçücük bir hayatın haddinden büyük gaileleri içerisindesin. Nasılsa bir dolu soranı oluyor insanın. O olmasa öbürü, öbürü olmasa bulacağın başka biri zaten üzmeyecek mi lüzumsuz hesap soruşlarıyla. İnsan dediğin bu değil mi? Merakına yenik, kontrol etmeye hevesli. Bizim bize yaptığımız zulmü kim yapabiliyor ki bize. Kendi sıkıntımız yetmez, bulup buluştururuz bir dolu sıkıntı sahibini.

Önceleri mutlu eder küçük tefek sıkıntılarına çare olmak, sonra da bezeriz. Kendimize ayıracağımız, bir ana bile göz koyduklarında. Her anı hesap sormakla geçirir sevgililer, dostlar, yakınlar. Neredeydin, ne yaptın? Peşi sıra otomatik tüfek gibi sıralanır lüzumu olmayan sorular. Hoş gelmen kaynar bunca sorunun arasında. Geldin ya, tamam. Kendi ellerinle kurduğun bu düzenin, tüm sorularına cevap vermeye başlarsın bir kez daha. Alışıyor insan zamanla. Hatta arıyor bir müddet sonra. Soru sorulmadan yaşayamaz hale geliyorsun. Ve hesap vermeden duramıyorsun, yalan yanlış da olsa verdiğin cevaplar. Kimi zaman sıkıldığına şikâyetin birikse de, yaşayamıyorsun başka türlü. Biri hesap sormalı ve sen hesap vermelisin ille de.

Saatler koşturuyor bir akşamın içinden geceye. Dolu dizgin bir yarış içerisinde dönen dünya. Yalnız olunan zamanlarında, dinlene dinlene geçen keyfe keder zaman, senin kalabalığında bir gayret bir gayret günü düne karıştırma hevesinde.

Gitmek zamanı geliyor koluma takmayı sevmediğim saatimde. Bir otomobil beni geride bırakırken seni karanlığın içerisinden uzak bir şehre taşıyor. Avuçlarına bırakıyorum dudaklarımın sıcağını ve avuçlarımda korktuğum bir yemin kalıyor senden geriye, senin hiç söylemediğin. Her gecenin güne ermesi gibi gidişinle gelen bu gece sonsuza kadar sürmeyecek. Nasıl olacak bilmiyorum ama…

Yeniden geleceksin…

Hiç yorum yok: