7 Ekim 2007 Pazar

UZAK...


On dört puntodan daha küçüğünü okuyamıyorum artık. Kim bilir belki de mihraba rağmen kabullenmek lazım yolun yarısını geçtiğimi. Gözlerim… Vakitli vakitsiz kilitleniyor bu aralar. Bakışlarım... Bazen bir boş duvara, bazen sonbaharın düşürmediği dalda kalmaya inat eden bir kızılyaprağa, takılmışken yakalıyorum bakışlarımı. Gidişinde yaktığım kınam akmıyor artık saçlarımdan. Kokusu gelmiyor bu kadar yakınken. Tadı yok artık güzel bulduğun bendeki hiçbir şeyin. Bir karabatak daha can veriyor sularımda. Yavrusuz bir dünya bırakıp gidiyor bana, karanlık suların yakamoz bulaşığı resimlerinde.

Dönüp geleceğin bir zamanın bekçiliğini yaptırmaya kararlıydın ille de. Beklemek değil de umut denilenin kıtlığı acıtıyordu. Ya daha sen gelmeden tükenirse son kırıntıları ve ben umudun yokluğunda şafağın doğacağına olan inancımı yitiriverirsem… Bırakırsam yokluğunun o son saatlerinde kendimi ecele. Ya inanırsam ruhumu kabzetmeye gelene ve tam da gelecekken bize dair hayallerini kurduğumuz gelecekten ümidimi kesiverirsem.

Günün en geç saatlerini bırakıp gittin bana, hatırlıyor musun? Şimdi günün ilk saatlerini bekliyorum umudu kaybettiğim gecelerimin sonlarında.

Ne üzüntüler biriktirmiştim sensiz zamanlarda. Ne çok mutluluklar yaşamışken. Şimdi sor bana çekinme, en çetrefilli sorularını. Hasret nedir diyen bana gelsin artık. Odadan dışarı çıkmamaktır diye anlatayım soranların her birine. Katıksız bir sevda mahkûmiyeti olduğunu, zoraki görüşlerin verdiği ızdırabı ve mecburi havalandırma zamanlarında görülen tüm yüzlerin bir kıvrımında sana dair izler aradığımı. Gülün bile gülmekten vazgeçişini, saksıların dizi dizi yalnızlık büyüttüğünü… Kahvenin telvesi ile senden kalan sohbetlerin kıvamlarının aynı tadı verdiğini ve gözlerine hasretimden kahvenin tiryakisi oluşumu anlatayım soranlara.

Bir tek vuslata cevap veremiyorum bu aralar. Elimdeki hint kınasının kıvrımlarına işlettiğim acı mı? Bir meczubun yolunu şaşırmışlığıdır belki de vuslat diye beklediğim. Adresi bilinen yegâne ben olsam da bulunmazlığım mı bağlıyor şimdi yollarını.

Sevmeler hiç bu kadar ağır gelmemişti yüreğime. Hiç bu kadar yormamış ve hiçbir suskunluk bu kadar ağırıma gitmemişti bu güne kadar. Şimdi... Sana gel deme zamanı değil. Gece an be an bastırıyor ağırlığıyla odama. Göz kapaklarım kapanmamaya direncini çoktan yitirmiş. Hayat tuz basacak birazdan yaralarıma. Kapattığımda göz kapaklarımı, aklım oyunlarını oynamaya başlayacak ve seni getirecek yeniden rüyalarıma. Günümde olmamanın aksine bir düş zamanı getirip bırakacaklar seni karşıma yeniden. Kara gözlerini kaçıracaksın yine gözlerimden bir başka geminin gelişi alıp götürecek seni benden bin bir geceye yenik düşüşlerimde. Bir düş zamanı işkencesi daha girecek rüyalarıma.

Ellerim üşüyor yine. Kalem elimden düştü düşecek. Aklım yitti yitecek.

Ciğerlerimi üşütmüşüm demiştim sen giderken ve öksürüğüme bahane olsun diyerek sana. Değilmiş… Tam da düşündüğüm gibi. Hiç kesilmedi gidişinden beridir öksürmelerim. Artarak devam etti hatta. Şimdi bu inatçı öksürüğe rağmen fırsat bulup düşünebildiklerim bunlar ve sana anlatabildiklerim. Belki birkaç mektupluk zaman tanır hayat bana diye bir ümidim var şimdilerde. Değilse senden ümidim hiç olmamıştı. Kesikti ümidim daha geldiğin o ilk zamanlardan beri.

Sen… Bana aslında hiç gelmeyen… Sen bir yalancı sulu sepken, hercai yaz bahar sevinci.

Sen… Gülen güneşin kötü taklitçisi.

Sen… Kendi hayatına tutunamayan, tutunamadığı hayatını görmezden gelip, benim tutunmamı da hoş görmeyen kibir yumağım…

Upuzun yolları saran sarmalın dişlileri arasında istenilen şekle şemaile bürünmüşsündür belki de çoktan. Oysa asi hallerini severdim ben. Senin, “sen” olduğun zamanlarını. “Olmaz” derdin bana “uyumsuzluk para etmez” derdin. Haklıydın belki de. Para etmezdi diğerleri gibi olamamak. Para edecek tek şey üniforma gibi birbirinin aynı olmuş insanlardı. Sabah sekiz akşam altı mesailerine rıza edecek ruhlardan olmak gerekirdi. Onlara benzemeliydin. Benzedin eski asim. Bir tek banaydı isyanın belki de. Tek ihtilalin gönlümde yaptığındı belli ki.

Oysa bir kulübe yetecekti. Kendi bahçesinde yetişen üç beş domates fidesi kadar kolay ve erişilebilirdi mutluluk. Lezzeti hakiki, kokusu sahici. Kırmızı olmasın varsındı, yeşilinden pirinçli aşını yapsak kötümü olurdu. Sen olsaydın yeter ki, sevdiğim “sen” halinle. Toprağa yakın olsaydı senli bir hayat. Geldiğimiz yeri bilseydik bir arada yaşarken. Hiçbir bedele takas edilmeyecek kadar kıymetle sürseydi senli hayat.

“Para etmiyor, ben bu olamam”… Sen olmamanın kaç para ettiğini söyle bana şimdi. Senden başka her şeysin belki şimdi. Üzerinde senden olmayan üvey gülümsemeler, sahte sözler. Yakışmamıştır ama bir yolunu bulmuşsundur sen bu uyumsuz hallerini barıştırmanın.

Vakit gel demek için çok geç, gecemin tam da bu saatlerinde. Bir şafak bekliyorum, beni ben halimle gelip sarmalasın diyerek. Öpe öz gönlünde saklasın son defa beni, gelecek olan şafak. Ve artık sen sakın gelme.

Benden uzak, Allaha yakın ol gittiğin o yerlerde.



08/10/2007, ANKARA

Hiç yorum yok: